17 Ekim 2008 Cuma

Yeni Paralar

Yeni dönemde en yüksek kupürlü banknot 200 TL olacak. Banknotların arka yüzünde tarihe mal olmuş şahsiyetlerin portreleri yer alacak...

Paradan altı sıfır atarak Yeni Türk Lirası'yla tanışan Türkiye, 1 Ocak 2009'dan itibaren yeniden Türk Lirası'na dönüyor. 1 Ocak'ta tedavüle girecek Türk Lirası banknot ve madeni paraların tanıtımı Merkez Bankası'nda Başbakan Tayyip Erdoğan ve Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz'ın katılımıyla yapıldı





1 Ocak 2009'da tedavüle girecek Türk Lirası banknotlarının ön ve arka yüzlerinde yer alan özellikleri tanıtan Yılmaz, tüm banknotların ön yüzünde Atatürk portrelerinin bulunacağını söyledi.

Yılmaz, banknotlarda belirli açılarla 3 farklı Atatürk portresinin kullanıldığını ifade ederek, bu portrelerin Atatürk'ün gülümsediği fotoğraflardan yararlanarak tasarlandığını kaydetti. Durmuş Yılmaz, banknotların ön yüzlerinde, ayrıca Atatürk'ün portreleriyle bütünlük oluşturan ay yıldız motifinin yer alacağını kaydetti.

Banknotların arka yüzlerinde ise ulusal ve uluslararası özellik yaratmış, tarihe mal olmuş şahsiyetlerin portreleri yer alacağını belirten Yılmaz, arka yüzde ayrıca onların çalışma alanları ve eserlerini sembolize eden eserlerin bulunacağını söyledi.


HANGİ PARADA KİMİN PORTRELERİ VAR?
5 TL'nin arka yüzünde Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı, 10 TL'nin arka yüzünde Ord. Prof. Dr. Cahit Arf, 20 TL'nin arka yüzünde Mimar Kemaleddin, 50 TL'nin arka yüzünde Fatma Aliye Hanım, 100 TL'nin arka yüzünde Itri, 200 TL'nin arka yüzünde de Yunus Emre portreleri bulunacak.


Madeni paralar ise 1, 5, 10, 25 ve 50 kuruşla 1 Lira olarak tasarlandı. Tüm madeni paraların arka yüzünde, paranın ortasında, bir daire içinde Atatürk'ün aynı tip rölyefi kullanıldı. Bu rölyef, halen kullanılmakta olan 5 Yeni Kuruş'un üzerinde bulunan Atatürk rölyefinin aynısı. Madeni paraların ön yüzlerinde ise kardelen çiçeği, hayat ağacı ve Boğaziçi Köprüsü motifleri yer alıyor.

200 TL GELİYOR
Yeni dönemde 1 YTL sadece madeni para olarak yer alacak ve 200 TL'lik banknot tedavüle girecek. Türk lirası banknotlar, görme engelli vatandaşlar için temel ayırt edici özellikler taşıyor. Ayrıca yeni paralarda kabartma baskı tekniğinden daha fazla yararlanılmış.

Banknotlar arasındaki boyut farkı şöyle: 5 TL banknotların boyutu 64x130 mm, 10 TL banknotların 64x136 mm, 20 TL banknotların 68x142 mm, 50 TL banknotların 68x148 mm, 100 TL banknotların 72x154 mm, 200 TL banknotların ise 72x160 mm.


BİR YIL BOYUNCA İKİ PARA DA TEDAVÜLDE
Vatandaşların değişime kolay uyum sağlaması için YTL ve TL paraları bir yıl boyunca birlikte tedavülde kalacak. YTL'nin tedavül süresi 31 Aralık 2009'da sona erecek. Bu tarihten itibaren banknotlar 10 yıl, madeni paralar ise 1 yıl boyunca Merkez Bankası ve Ziraat Bankası tarafından değiştirilecek.


aşırı derece değer kaybetmiş olan türk lirasının tekrar değerini kazanması için atılmış olan sıfırların ardından ytl şeklinde çıkmış olan türk lirası dünya piyasalrındaki değer artışıyla birlikte kendisine yakışan yeri almıştır.

16 Ekim 2008 Perşembe

Klimalı Ayakkaa

İçindeki nemli havayı sürekli olarak boşaltıp içeri temiz hava girmesini sağlayan ayakkabıların satışı, bu yaz döneminde yaşanan aşırı sıcaklar nedeniyle arttı
CNN TÜRK - Ayakkabı havanın dışarı atılmasını sağlıyor


'Klimalı' olarak adlandırılan ayakkabılar, tabanındaki özel hava kanalları ve siboplar aracılığıyla, adım atıldığında içerideki nemli havayı tabanın ön kısmına doldurup, ayakkabı tabanın ökçe kısmı yeri değdiğinde ise bu havanın dışarı atılmasını sağlıyor


Özellikle yaz aylarında giyilmesi için tasarlanan bu ayakkabıyı kullanan kişilerin ayakları, normal ayakkabı giyenlere göre daha kuru kaldığı için, terleme ve mantar gibi rahatsızlıklara daha az maruz kalıyor

Yaklaşık üç yıl önce Türkiye'deki ayakkabı firmaları tarafından da üretilmeye başlanan ayakkabılar, ayak sağlığını düşünen tüketicilerden beklenenin üzerinde talep görüyor




Konya'da kurulu Bur ayakkabı firmasının ortaklarından Mevlüt Can, ayakkabının, ayak içinde terlemeyi yüzde 30-40 oranında azaltığını, bu özelliği nedeniyle klimalı ayakkabıların yoğun ilgi gördüğünü söyledi

Can, "Bilindiği gibi bu yıl yaz sıcakları mevsim normalleri üzerinde seyrediyor Tüketiciler de sıcak yaz günlerinde, ayaklarını terletmeyecek, rahatça kullanabilecekleri ayakkabılardan istiyor" dedi


Özellikle yaz aylarında sıcakların kendini iice gösterdii zamanlarda gezim tozum işleri çok oluyor.Bu sıcak havadan nasibini en çok alan ordan ise ayaklarımız oluyor.yeni çıkarıla bu teknolojik ayakkabı ile ayaklarımızın ter ve nemden korunması sağlanılıyor bu sayede ayaklarımızda oluşabilecek bakterisel hastalıklardan korunmuş oluyoruz

CAHİT SITKI TARANCI

Cahit Sıtkı Tarancı Asıl adı Hüseyin Cahit (d. 2 Ekim 1910, Diyarbakır-ö. 13 Ekim 1956, Viyana)

2.Ekim.1910 yılında Suriçi Cami Kebir Mahallesi 3 nolu evde dünyaya gelen Cahit Sıtkı Tarancı'nın çocukluk ve gençlik yıllarının bir bölümü bu tarihi evde geçmiştir.Cahit Sıtkı Tarancı Diyarbakır'ın soylu ailelerinden olan Pirinçcizadelerdendir. 2 Ekim 1910 yılında dünyaya gelen Tarancı'nın Babası Bekir Sıtkı, annesi Arife hanımdır. İlk tahsilini Diyarbakır'da tamamladı. Daha sonra Orta öğrenimi için İstanbul'a gönderilerek, Kadıköy Fransız Saint Joseph Lisesi'ne yazıldı.Burada dört yıl okuduktan sonra Galatasaray Lisesinde tamamladı (1931).Sonra Istanbul'da Mülkiye Mektebi'nde (1931-1935) ve Yüksek Ticaret Okulu'nda okudu. Yüksek öğrenimini tamamlamak için Paris'te Sciences Politiques'te sürdürdü (1938-1940). Öğrenimi sirasinda Paris Radyosu'nda Türkçe yayinlar spikerligi yapti.

2. Dünyü savaşı nedeniyle Türkiyeye döndü.1944 yilindan baslayarak Ankara'da Anadolu Ajansi, Toprak Mahsulleri Ofisi ve Çalisma Bakanligi'nda çevirmen olarak çalisti. 1951 de Cavidan Tınaz'la evlenir.1954'te ağır bir hastalığa yakalandı felç geçirdi. Türkiye'de tedavisi sonuç vermeyince Viyana'ya götürüldü. 13 Ekim 1956'da orada bir hastanede öldü. Ankara'da toprağa verildi.

'Sanat için sanat' ilkesine bağlı kaldı. Ona göre şiir, kelimelerle güzel şekiller kurma sanatıdır. Vezin ve kafiyeden kopmamış; ama ölçülü veya serbest, her türlü şiirin güzel olabileceği inancını taşımıştır. Açık ve sade bir üslubu vardır. Çoğu gerçeğe bağlı olan mecazları, derin, karışık ve şaşırtıcı değildir. Uzak çağrışımlara ve hayal oyunlarına pek itibar etmemiştir. Zaman zaman bazı imaj ve sembollere başvurmuştur.

Şiirlerinde en çok yaşama sevinci ve ölüm temalarına yer vermiş, nedense hep ölümün üstüne gitmiştir. Ayrıca yitik aşklar, mutlu sevdalar, yalnızlık, yaşadığı bohem hayatın buruklukları, çocukluk özlemi de şiirlerine konu olmuştur. Fransiz sairlerinden, özellikle Baudelaire ve Verlaine'den etkilenmistir.

Şairin önemli kitapları arasında "Otuzbeş Yaş", "Ömrümde Sükut", "Düşten Güzel" ve "Ziya'ya Mektuplar" sayılabilir.

1946 Cumhuriyet Halk Partisi Şiir Yarışmasında ödül aldı.

Einstein Kimdir

Albert Einstein (14 Mart 1879 - 18 Nisan 1955) , Yahudi asıllı Alman fizikçi.

20. yüzyılın en önemli kuramsal fizikçisi olarak nitelenen Albert Einstein, Görelilik kuramını (diğer adları ile İzafiyet Teorisi ya da Rölativite Kuramı) geliştirmiş, kuantum mekaniği, istatistiksel mekanik ve kozmoloji dallarına önemli katkılar sağlamıştır. Kuramsal fiziğine katkılarından ve fotoelektrik etki olayına getirdiği açıklamadan dolayı 1921 Nobel Fizik Ödülü'ne layık görülmüştür. (Nobel Ödülü'nün ve Nobel Komitesi'nin o zamanki ilkeleri doğrultusunda, bugün en önemli katkısı olarak nitelendirilen Görelilik kuramı fazla kuramsal bulunmuş ve ödülde açıkça söz konusu edilmemiştir.)

Hayatı [değiştir]Albert Einstein, 1879 yılında Almanya'nın Ulm kentinde dünyaya geldi. Babası Einstein & Cie adında bir elektrik fabrikası sahibi; annesi ise, klasik müziğe meraklı, eğitimli bir ev hanımıydı. Konuşmaya geç başlaması ve içine kapanık bir çocuk olması, ailesini tedirginliğe düşürmüşse de, sonraki yıllarda sağlıklı bir çocuk olduğu anlaşıldı.1880 de ailesiyle Münih'e taşındı. Babası Hermann ve abisi Yakob burada Einstein&Cie adında elektrik mühendisliği ile bir şirket kurdular. 1894 yılında ailesinin iflası nedeni ile İtalya'ya taşındılar.


1921'de Albert EinsteinLise öğrenimini 1894'te İsviçre'de tamamladı ve 1896'da Zürih Politeknik Enstitüsü'ne (ETH) girdi. Sırp asıllı Mileva Maric adlı bir fizik öğrencisi ile evlendi. Mileva, Einstein'nın 1905'te çıkardığı araştırmanın matematik hesaplarında yardımcı olmuştur. 1921 yılında teorisi üzerinde çalışmak için New York'a gitti 1933 de Hitler'in ırkçı politikası sebebiyle Alman vatandaşlığından çıkartıldı ve Amerika'ya gitti ve buranın vatandaşı oldu

1933 de Almanya'da Nasyonal Sosyalist Partisi'nin İktidar olmasıyla çalışmalarına izin verilmeyen 40 bilim adamı adına cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk'e bir mektup yazarak onların Türkiye'de çalışmalarına devam etmelerini istemişti.[1]. Mustafa Kemal Atatürk bu isteği kabul ederek bilim adamları'nın İstanbul Üniversitesi'nde çalışmaya başlamalarını sağlamıştır..[2]

Bu dönemde Einstein'a İsrail Başbakanlığı teklif edildi ancak kabul etmedi. Dr.Chaim Weizmann ile Kudüs Musevi Üniversitesini Kurdu.

1955'te yaşamını yitirene kadar bilim dünyasına pek çok katkıda bulundu. 1916'da yayımladığı "Genel Görelilik Kuramı", 1921'de "fotoelektrik etki ve kuramsal fizik" alanında çalışmalarıyla Nobel Fizik Ödülü'nü aldı.

Bern'de federal patent dairesinde görev aldı. Bu görevden arta kalan zamanlarda çağdaş fizikte ortaya atılmaya başlanan problemler üzerinde bir çok araştırma yaptı. Önce atomun yapısı ve Max Planck'ın Kuantum Teorisi ile ilgilendi. Brown hareketine ihtimaller hesabını uygulayarak bunun teorisini kurdu ve Avogadro sayısının değerini hesaplayarak teorisini test etti. Kuantum teorisinin önemini ilk anlayan fizikçilerden birisi oldu ve bunu ışıma enerjisine uyguladı. Bu da onun, ışık tanecikleri veya fotonlar hipotezini kurmasını ve fotoelektrik olayını açıklayabilmesini sağladı.

1905 yılında "Annalen der Physik" dergisinde bu çalışmalarını açıklayan iki yazısından başka, üçüncü bir yazısı daha çıktı ve bu yazıda görecelilik teorisinin temelini attı. Teorileri sert tartışmalara yol açtı. 1909'da Zürih Üniversitesi'nde öğretim görevlisi oldu. Prag'da bir yıl kaldıktan sonra, Zürih Politeknik Enstitüsü'nde profesör oldu. 1913'de Berlin Kaiser-Wilhelm Enstitüsü'nde ders verdi ve Prusya Bilimler akademisine üye seçildi.Bir bilim adamı olarak 1. Dünya Savaşı'nda tarafsız kaldı. İlk eşinden Hans ve Eduard isminde iki erkek çocuk sahibi olan bilim adamını 1914 yılında eşi terk etti. Birinci Dünya Savaşı nedeniyle yiyecek kıtlığı sırasında mide ağrıları çeken bilim adamına kuzeni Elsa bakmış ve ikinci defa kuzeni Elsa (takma ismi Else) ile evlenmiştir.


Einstein'a Amerikan yurttaşlığı belgesi verilirkenYabancı ülkelere birçok gezi yapmakla birlikte 1933'e kadar Berlin'de yaşadı. Almanya'da yönetime gelen Nasyonal Sosyalist (Nazi) rejimin ırkçı tutumu dolayısıyla, pek çok Musevi asıllı bilim adamı gibi o da Almanya'dan ayrıldı. Paris'te College de France'ta ders verdi; burdan Belçika'ya oradan da İngiltere'ye geçti. Son olarak Amerika Birleşik Devletleri'ne giderek Princeton Üniversitesi kampüsünde etkinlik gösteren Institute for Advanced Study'de (İleri Araştırma Enstitüsü) profesör oldu. 1940 yılında Amerikan yurttaşlığına geçti.

Küçük oğlu Eduard akıl hastalığı nedeni ile Zürih yakınlarında bir bakım evinde hayatını geçirmiş; büyük oğlu Albert, babası ve annesinin karşılaştığı Zürih Polytechnic'te mühendislik okumuş ve daha sonra University of California, Berkley'de profesörlük yapmıştır. 1955'de Princeton'da ölmüştür; oğlu Albert yanında bulunmuştur.


Einstein, İsrail'li diplomat ve politikacı Abba Eban'la birlikte.Üvey kızı Margot Einstein, bilim adamının kişisel mektuplarını özenle herkesten saklamış ve kendisinin ölümünden 20 yıl sonra daha saklı kalmasını vasiyet etmisti. Günümüzde Princeton Üniversitesi tarafından basılan bu mektuplar bilim adamının gizli kalmış özel yaşamı hakkında ilginç bilgiler sunmaktadır


Buluşları [değiştir]
Einstein'ın gazetecilere dil çıkarmasıEinstein'ın fizik alanındaki çalışmaları modern bilimi büyük ölçüde etkiledi.

Bu teori üç bölüme ayrılır:

Newton mekaniğinin yasalarını değiştiren ve kütle ile enerjinin eşdeğerli olduğunu öne süren Özel Görelilik (1905);
Eğrisel ve sonlu olarak düşünülen dört boyutlu bir evrene ait çekim teorisini veren Genel Görelilik (1916);
Elektro-manyetizma ve yerçekimini aynı alanda birleştiren daha geniş kapsamlı teori denemeleri.
İlk iki teorinin geçerliliği atom fiziği ve astronomi alanında yapılan deneylerle çok başarılı bir biçimde sınanmıştır; çağdaş fiziğin temel taşları arasında yer alırlar. Einstein atom ile ilgili olarak: "Ben atomu iyi bir şey için keşfettim,ama insanlar atomla birbirlerini öldürüyorlar." demiştir. Ayrıca birçok kişinin ilgisini çeken "Neden Sosyalizm?" adlı yazısı Monthly Review adlı aylık dergisinin, ilk sayısının, ilk yazısıdır.

Einstein,parlak zekası ilginç ve bi okadarda faydalı buluşları ile bilim dünyasında bir çok konuya aydınlık getirmiştir.Teknoloji bitkisel ve bilimsel araştırmalarıyla hepimizin daha fazla bilgiden faydalanmasına yardımcı olarak bizlerinde o yaydığı bilimsel ışıktan aydınlanmamızı sağlamıştır.

Ampulün Bulunuşu

Ampul, (Fransızca: Ampoule) elektrik akımıyla temas ettiğinde akkor durumuna gelerek ışık yayan içinde argon gazı bulunan armut biçimli cam şişedir. Ampulün içinde çok ince biçimde tasarlanmış filaman adı verilen, genelde tungsten metalinden yapılmış, iki ince destek çubuğu ile tutulmakta olan bir tel bulunur. Bu telden geçen elektrik akımı bu teli aşırı derecede ısıtır (yaklaşık 3000 C) ve sonuç olarak tel ışık yaymaya başlar. Ampul, Thomas Edison tarafından icad edilmiştir. Bu buluş Edison'un binlerce buluşundan sadece biri olmasına rağmen en büyük buluşudur.

Enerji tasarrufu için tasarruf ampulü kullanılması yararlıdır.


Ampulün hikayesi [değiştir]Ampul ile ilgili birçok çalışma yapılmıştır. Fakat ampullerin ömürleri çok kısa olmuştur. İngiliz Joseph Swam ve Amerikalı Thomas Alva Edison, şaşırtıcı bir şekilde aynı yıllarda daha uzun ömürlü ampulü bulmuşlardır. Daha sonra Edison, 1880 yılında daha uzun süre dayanabilen ampulu yaptı. Thomas Alva Edison'un yaptığı bu ampul 40 saat boyunca dayanabiliyordu.

ışığın günümüzdeki önemini bilmeyen kişi sayısının iki elin parmaklarını geçeceğini artık hiç düşünüyorum.görsel alanda hepimizin büyük ihtiyaç duyduğu ışık yapacağımız işlerde bize çok faydalı oluyor.insanlara hayatı daha iyi ve daha güzel görebilme imkanı sunan bu büyük nimet ampul sayesinde evlerimizdede güvenle kullanbildiğimiz bir aydınlık cihazı olmayı başarmıştır.

Arabanın Bulunuşu

Arabanın bulunuşu, tekerlekle hayvan gücünün birleştirilmesi fikrinden doğdu. İnsanlar hayvanları evcilleştirdikten sonra yüklerini İkin hayvanın sırtına, sonra da hayvanların iki yanından arkaya doğru uzatılan iki sırığın üstüne koyarak taşırlardı. Zamanla bu iki sırığın altına dingil ve tekerlek konarak araba icat edildi. Arkeolojik araştırmalar ilk arabaların M.ö. 3500 yıllarında Mezopotamya'da kullanıldığını gösterir. Arabanın savaş aracı olarak kullanılması ise M.Ö. 2500 yıllarına rastlar.

Araba M.Ö. 1500 yıllarında Anadolu'da, 1000 yıllarında Ortadoğu'da yaygın olarak kullanılmağa başlamıştır. Hitit, Sümer, Mısır, Asur ve Eski Yunan uygarlıklarında iki tekerlekli/arkası açık arabaların savaş ve av arabası olarak kullanıldığı görülür.
Araba XIX. yüzyıla kadar insanların ve yüklerin taşınmasında kullanılan tek araçtı. Bu yüzyılda yeni icatlar, taşıma işini başka yoll arla karşılama olanağını sağlıyor, önce buhar ve elektrikle, sonra da benzinle işleyen yeni motorlu araçların yapımı arabanın kullanım alanını azaltıyordu.
Türkiye'de taşıma aracı olarak araba geniş bir kullanım alanına sahipti. Binek arabası, Osmanllarda yalnız padişah, şeyhülislâm ve kazaskerleı in kullandığı bir araçtı. Bunun dışında dışarıya giden elçilere de araba verilirdi. *Tanzimat'tan sonra diğer seçkin kişiler de araba sahibi olabildi ve kira arabaları kullanılmağa başladı. İkinci Meşrutiyet'in ilânına kadar bir erkekle bir kadın birlikte arabaya binemezdi.
Fayton, yaylı, kupa eskiden kullanılan binek arabaları arasındadır. Fayton bugün genellikle sayfiye yerlerinde (özellikle, İstanbul'da Büyükada, Heybeliada) gezinti aracı olarak kullanılır.
Ulaşım alanında günümüz Dünyanın vazgeçilmez ögelerinden biri olan araba gerek acil faaliyet gerekse eğlence seyahat gibi alanlarda herkese çok fayda sağlamaktadır.

14 Ekim 2008 Salı

Yargıtay Başsavcısı Yalçınkaya, “Laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği” iddiasıyla AK Parti’nin kapatılması istemiyle Anayasa Mahkemesi’nde dava açtı. Başsavcı, Gül’ü de aralarına alarak AK Parti’den 71 kişinin siyasetten yasaklanmasını istedi.

ANKARA - Başsavcı’nın Anayasa Mahkemesi’ne kapatma davası açtığı haberi, şok etkisi yarattı. AK Parti’nin laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiğini iddia eden Başsavcı, 71 kişinin siyasetten yasaklanmasını istedi; eski başbakan ve parti yöneticisi olması nedeniyle Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü siyasi yasak istediği listeye dahil etti.


Haberin devamı

Cumhurbaşkanı ve Başbakan’dan başlayarak, AK Partililer’in türban, imam hatip liseleri, laiklik ve cumhuriyetle ilişkili açıklamalarını bir süredir mercek altına alan Başsavcı, dava gerekçesini Anayasa ve Siyasi Partiler Kanunu’na dayandırdı.

DANIŞTAY SALDIRISI DA İDDİANAMEDE
İddianamede AK Parti’nin laiklik karşıtı fiillerin odağı haline geldiği iddiası ile kapatılan Refah ve Fazilet partileri ile bağını koparmadığı, AK Partinin nihai hedefinin şeriat düzeni olduğu vurgulandı.

İddianamede, “AKP’nin eğilimi siyasal İslamdır. Siyasal islam’ın temel düsturu şeriattır. AKP, şeriatı amaç edindiği için kaynağını şeriattan alan takiyyeyi kullanıyor” denildi.

İddianamade, son olarak türbanın serbest bırakılmasına ilişkin anayasa değişikliği ile anayasanın laiklik ilkesinin ortadan kaldırılmak istendiği savunuluyor.

İddianamede, İstanbul Haseki ve Vakıf Gureba hastanelerinde türbanlı doktorların çalışması, bazı bölgelerde içkili yerler için ‘kırmızı sokak’ uygulaması, İstanbul’da bazı afişlerin sansürlenmesi yer alıyor.

İddianamede, kapatma talebine gösterilen deliller arasında en ilginç olanı ise Danıştay saldırısı. Başsavcı, Danıştay’ın “öğretmenin türbanla okula giremeyeceği” yönündeki kararı üzerine, Danıştay’a gerçekleştirilen kanlı saldırıyı da iddianameye koydu.

Ayrıca, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bazı sözleri laiklik karşıtı eylemlerin odağı olarak gösterildi. Erdoğan’ın “Türban konusunda söz söyleme hakkı yargının değil ulemanındır” açıklamasına dikkat çekilerek, partinin şeriat amacı doğrultusunda dini hükümleri referans olarak gösterdiği savunuluyor.

Başbakan Erdoğan’ın İspanya’da yaptığı “Velev ki siyasi simge, suç mu?” şeklindeki demeci de dosyada yer aldı.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün bakan olduğu dönemde Nur cemaatinin liderlerinden Fethullah Gülen ve Milli Görüş’ü desteklediğinin altı çiziliyor.

Siyaset yasağı istenenler arasında Eyüp, Beyoğlu ve Kocaeli dahil 11 belediye başkanı da bulunuyor. Bu belediyelerin çıkardığı bazı yayınlara da dikkat çekiliyor. İddianamede, devlet kadrolarının, parti yandaşı, siyasal İslami düşünceye sahip kişilerle doldurulduğu savunuluyor.

İddianamede, ayrıca Başbakan Erdoğan’ın Danışmanı ve İstanbul Milletvekili Egemen Bağış’ın “Türban, kamusal alan ve üniversitelerin dışında Meclis’te de geçerli olmalıdır” sözleri ile Cüneyt Zapsu’nun “Türbanını çıkar demek, sokaktaki bir kadına donunu çıkar demekten farksızdır” açıklamasına yer verildi.

ŞİMDİ NE OLACAK?
Siyasi Partiler Yasası’nda yapılan değişiklikle parti kapatmak zorlaştırılmıştı. Parti kapatmak için, ancak cumhuriyet karşıtı eylemlerin odağı haline gelmesi gerekiyor.

Başsavcı Yalçınkaya, akşam saatlerinde iddianameyi Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’na gönderdi. İddianamede, AK Parti’nin “laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği” savunuluyor.

Anayasa Mahkemesi, iddianameyle ilgili ön incelemeyi yapacak, herhangi bir eksiklik tespit edilmez ve iddianamenin kabulüne karar verilirse ön savunmasını yapması için iddianame AK Parti’ye gönderilecek. AK Parti yasal olarak 1 ay içinde ön savunmasını verecek.

Ek süre talebinde bulunulursa bunu da Anayasa Mahkemesi değerlendirecek. Ön savunmanın Anayasa Mahkemesine verilmesinin ardından Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Yalçınkaya, esas hakkındaki görüşünü bildirecek.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının esas hakkındaki görüşü AK Parti’ye gönderilecek. Daha sonra belirlenecek bir tarihte Yalçınkaya sözlü açıklama, AK Parti yetkilileri de sözlü savunma yapacaklar.

Bütün bu sürecin ardından, davaya ilişkin bilgi, belgeleri toplayacak raportör, esas hakkındaki raporunu hazırlayacak. Bu işlemler sürerken, gerek Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, gerekse davalı AK Parti ek delil veya yazılı ek savunma verebilecek.

Raporun, Anayasa Mahkemesinin 11 üyesine dağıtılmasının ardından, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç bir toplantı günü belirleyecek. Üyeler, belirlenen günde bir araya gelerek kapatma istemini esastan görüşmeye başlayacaklar.

AK Parti hakkındaki kapatma davasını, 11 kişiden oluşan Anayasa Mahkemesi Heyeti karara bağlayacak. Asıl üyelerden herhangi birinin bulunmaması veya emekliye ayrılması halinde 4 yedek üyeden en kıdemlileri heyete katılacak.

Anayasa’ya göre bir siyasi partinin kapatılmasına karar verilebilmesi için nitelikli çoğunluğun oyu aranacak. Buna göre, kapatma kararı için Anayasa Mahkemesinin 11 asıl üyesinin en az 7’sinin oyu gerekecek.

Hücre Nedir

Atom nedir? "Maddenin en küçük yapitasi! Peki, "madde" nedir? Elle tutup gözle gördügümüz her sey! Aslinda, dogru olmasina dogru bu yanitlarin hepsi ama biraz eksik... Örnegin ben bir maddeyim; yani benim de en küçük yapitasim atomlar. Yani atom denen minik "yaratiklar"dan olustum. Ayni sekilde yedigimiz elma, oturdugumuz sandalye, yazi yazdigimiz kalem ve hatta onun mürekkebi, içtigimiz su, soludugumuz hava... Bunlarin hepsi madde ve hepsi de atomlardan olusmus. Peki nedir bu atom? Etrafimizda gördügümüz tüm maddelerden sorumlu bu "minik" nesneler neye benzer? Herseyden önemlisi, acaba onlarin da yapitaslari var mi?

Aslina bakarsaniz, bu sorular yüzyillar öncesinden de sorulmus. Hatta "atom" sözcügünün ilk ortaya çikisi I.Ö. 460 yilina kadar uzaniyor. O dönemde yasamis Demokritus adli bir filozof, bir elmayi örnek vererek atomu ve anlamini açiklamis: Bir elma alin ve onu ikiye bölün. Sonra bu yarim elmalardan birini tekrar ikiye bölün ve böylece sürdürün... Demokritus'a göre, bu sekilde yarim parçalari bölmeye devam ederseniz, sonunda öyle bir an gelecek ki, artik bölemeyeceginiz kadar küçük bir parça elde edeceksiniz (ama biçaginiz kesemedigi için degil, bölmek mümkün olmadigi için!). Iste, bölünmesi olanaksiz bu parçaya Demokritus Yunanca'da 'bölünemez" anlamina gelen "atomos" adini vermis.
Demokritus, bu kavrami ortaya atmis atmasina ama bunu o dönemin diger bilim adamlarina inandiramamis. Özellikle de dönemin en büyük filozofu Aristo'ya. Zaten Aristo reddedince, bir bildigi vardir diye digerleri de inanmamis. Hatta Demokritus öldükten yüzyillar sonra bile kimse atomdan bahsetmemis.

Ta ki, 2000 yil kadar sonraya, yani 1800'li yillarin basina kadar. Bilim adamlari maddenin dogasini anlamaya yönelik çalismalari sirasinda ister istemez bu minik parçaciklarla karsilasmislar. Ingiliz bilim adami Dalton, deneyleri sirasinda, maddeyi olusturan ama yapisini tanimlayamadigi bu temel ögelere iliskin ilk kanitlari elde etmis. Ondan sonra da kesifler ardi sira devam etmis.
Atomun varligi kanitlandiktan sonra da, yapisini anlamaya yönelik bir çok kuram ortaya atilmis. Bunlardan ilki J. J. Thomson adli bir Ingiliz fizikçi'den geliyor
Thomson, 1897 yilinda atomun bir parçasi olan eksi yüklü elektronlari kesfetmis. Thomson'a göre atomun içinde eksi yüklü elektronlari dengeleyecek arti yüklü parçaciklar olmasi gerekiyordu. Thomson, atomu bir "üzümlü kek"e benzetmisti: Üzümler eksi yüklü elektronlar, kekin diger kisimlari ise arti yüklü madde.

Rutherford'un atom modeli, Günes Sistemi'mizin yapisina benziyor. Ortada Günes, yani arti yüklü çekirdek ve çevresinde dolanan gezegenler, yani eksi yüklü elektronlar. Rutherford'un bu modeline göre çekirdek atomun çok küçük bir parçasi: Örnegin atomun boyutunu Dünya kadar büyütsek bile içindeki çekirdek en fazla bir futbol stadyumu kadar kaliyordu. Rutherford daha da
önemli bir adim atarak, çekirdek içinde arti yüklü parçaciklari yani protonlari kesfetmis ve protonlarin elektronlardan 1836 kez daha agir
oldugunu bulmus.
Fakat bu model de bazi kuramsal sorunlar çikarmis. 1912 yilinda Danimarkali fizikçi Niels Bohr, bu kuramsal sorunlari çözecek bir model olusturmus. Bohr'un atom modelinde, yine ortada arti yüklü bir çekirdek, fakat sadece belli yörüngelerde dolanabilen eksi yüklü elektronlar var. Bundan sonraki gelismeler, Bohr'un atom modelini düzeltmeye yönelik. Bu gelismelerden biri, çekirdekte arti yüklü proton disinda, yüksüz "nötron" adi verilen parçaciklarin da oldugu. Nötronlari da 1932 yilinda, James Chadwick, kendisinin yaptigi derme çatma bir detektörle kesfetmis.
Atomun tam bir modelini olusturmadaki en önemli yöntem, Kuantum Mekanigi adi verilen fizik dalinin gelismesiyle oldu. Bugünkü bilgilerimizin tamami bu fizik dalinin gelismesiyle elde edildi. Artik bugün atom ve yapisi hakkinda epeyce bilgiye sahibiz. Kuantum kuramina göre, atom, arti yüklü bir çekirdek ve etrafinda dalga gibi de hareket edebilen elektronlarin bulutundan olusan minik bir "nesne"...

Atomdan Öte Köy Var Mi?

Aslinda, atomlar her ne kadar maddenin yapitaslari olarak tanimlansa da, gördügümüz gibi onlarin da daha küçük yapitaslari var. Demokritus'un elma örneginde bir biçak degil de, günümüzün modern mikroskoplarini kullandigimizi düsünelim. Tabii ki, elmayi keserek degil, büyüterek yapabiliriz bunu. Elmanin bir parçasinin görüntüsünü mikroskop altinda büyütelim. Önce elmanin detaylarina, daha büyütmeye devam edersek molekül adini verdigimiz atom gruplarina ulasiriz. Moleküller, iki ya da daha fazla atomun "kimyasal bag" adi verilen islemle biraraya gelmesi sonucu olusur. Iste, madde dedigimiz nesnelerin kati (elma gibi), sivi (su gibi) veya gaz (hava gibi) olmasini saglayan sey, bu moleküllerin biraraya gelis biçimi. Moleküller birbirleriyle çok siki sikiya baglanmis ve yerlerinden kipirdayamiyorlarsa madde kati halde; atomlar, kopmamak sartiyla birbirleri etrafinda hareket edebiliyorlarsa sivi halde; atomlarin olusturdugu moleküller serbestçe hareket edebiliyorlarsa gaz halinde oluyor.

Demek ki, biraz daha büyütürsek atomlara ulasacagiz. Tanimimiz geregi, atomlar madde degil. Çünkü madde olabilmesi için en azindan kati, sivi veya gaz halinde olabilmeli. Fakat, bu hallerden birisi için kimyasal bir baga, yani en az iki atoma gereksinim var. Dolayisiyla tek basina bir atom ne kati, ne sivi, ne de gaz yani ne de madde. Ancak biraraya gelirlerse madde olusturuyorlar. Bu anlamiyla maddenin yapitasi! Atomu, mikroskobumuzda büyütmeye devam ettigimizde (aslinda bunu yapabilecek mikroskoplar yok, fakat bilim adamlari baska islemlerle bunu yapabiliyorlar. Biz yine de yapabildigimizi varsayalim) basta da söyledigimiz gibi, Günes Sistemi'ne benzer bir yapiyla karsilasiyoruz. Ortada bir çekirdek ve etrafinda dolanan elektronlar. Elektron bulutundan geçip içeri daliyoruz ve merkezde yer alan çekirdegi görüyoruz. Büyütmeye devam ediyoruz ve çekirdegin içine bakiyoruz. Burada nötron ve protonlarla karsilasiyoruz.
Elektronlar eksi yüklü ve hafif, protonlar arti yüklü ve agir, nötronlar ise yüksüz ve agir parçaciklar. Yük ve kütle gibi kavramlar atomlari birbirinden ayirdetmekte kullaniliyor. Çünkü çok sayida atom var ve bunlarin hepsinin, elektron, proton ve nötron sayilari farkli. Bir atomdaki elektronlarin sayisi, o atomun atom numarasini (AN) veriyor, bu sayi ayni zamanda o atomun çekirdegindeki proton sayisina da esit. Proton ve nötron sayilarinin toplami ise atomun kütle numarasini (KN) veriyor. Örnegin en basit yapiya sahip atomlardan biri olan helyumun atom numarasi 2 ve kütle numarasi 4 (yani 2 proton, 2 elektron ve 2 nötronu var) ve 4He2 seklinde simgeleniyor. Havada bulunan oksijen atomunun ise atom numarasi 8 ve kütle numarasi 16 vb...

Daha sonuna gelmedik. Son bir gayretle proton ve nötronun da içine bakiyoruz ve orada da daha temel parçaciklar görüyoruz. Bunlara da "kuark" adi veriliyor. Iste, maddenin içine yolculugumuzun "simdilik" son duragi burasiymis gibi görünüyor. Buradan daha ileri gitmemiz mümkün degil.

Artik bir sonuç çikarabiliriz: Maddenin en küçük yapitasi kuarklar. Kuarklar bir araya gelerek proton ve nötronlari, bunlar ve elektronlar biraraya gelerek atomlari, atomlar molekülleri, moleküller de maddeyi (elma örnegi gibi) olusturuyor.

Gördügümüz kadariyla atomdan öteye köy var, yani kuarklar! Peki kuarklardan öteye? Bunu henüz bilemiyoruz. Ancak bu, hiç bilemeyecegimiz anlamina gelmiyor. Demokritus'tan bugüne katettigimiz yol, bilimin, her alanda oldugu gibi, maddenin temel yapisini anlamada da bize verecegi daha pek çok sey oldugunun bir göstergesi.

Atom Nedir

Atom nedir? "Maddenin en küçük yapitasi! Peki, "madde" nedir? Elle tutup gözle gördügümüz her sey! Aslinda, dogru olmasina dogru bu yanitlarin hepsi ama biraz eksik... Örnegin ben bir maddeyim; yani benim de en küçük yapitasim atomlar. Yani atom denen minik "yaratiklar"dan olustum. Ayni sekilde yedigimiz elma, oturdugumuz sandalye, yazi yazdigimiz kalem ve hatta onun mürekkebi, içtigimiz su, soludugumuz hava... Bunlarin hepsi madde ve hepsi de atomlardan olusmus. Peki nedir bu atom? Etrafimizda gördügümüz tüm maddelerden sorumlu bu "minik" nesneler neye benzer? Herseyden önemlisi, acaba onlarin da yapitaslari var mi?

Aslina bakarsaniz, bu sorular yüzyillar öncesinden de sorulmus. Hatta "atom" sözcügünün ilk ortaya çikisi I.Ö. 460 yilina kadar uzaniyor. O dönemde yasamis Demokritus adli bir filozof, bir elmayi örnek vererek atomu ve anlamini açiklamis: Bir elma alin ve onu ikiye bölün. Sonra bu yarim elmalardan birini tekrar ikiye bölün ve böylece sürdürün... Demokritus'a göre, bu sekilde yarim parçalari bölmeye devam ederseniz, sonunda öyle bir an gelecek ki, artik bölemeyeceginiz kadar küçük bir parça elde edeceksiniz (ama biçaginiz kesemedigi için degil, bölmek mümkün olmadigi için!). Iste, bölünmesi olanaksiz bu parçaya Demokritus Yunanca'da 'bölünemez" anlamina gelen "atomos" adini vermis.
Demokritus, bu kavrami ortaya atmis atmasina ama bunu o dönemin diger bilim adamlarina inandiramamis. Özellikle de dönemin en büyük filozofu Aristo'ya. Zaten Aristo reddedince, bir bildigi vardir diye digerleri de inanmamis. Hatta Demokritus öldükten yüzyillar sonra bile kimse atomdan bahsetmemis.

Ta ki, 2000 yil kadar sonraya, yani 1800'li yillarin basina kadar. Bilim adamlari maddenin dogasini anlamaya yönelik çalismalari sirasinda ister istemez bu minik parçaciklarla karsilasmislar. Ingiliz bilim adami Dalton, deneyleri sirasinda, maddeyi olusturan ama yapisini tanimlayamadigi bu temel ögelere iliskin ilk kanitlari elde etmis. Ondan sonra da kesifler ardi sira devam etmis.
Atomun varligi kanitlandiktan sonra da, yapisini anlamaya yönelik bir çok kuram ortaya atilmis. Bunlardan ilki J. J. Thomson adli bir Ingiliz fizikçi'den geliyor
Thomson, 1897 yilinda atomun bir parçasi olan eksi yüklü elektronlari kesfetmis. Thomson'a göre atomun içinde eksi yüklü elektronlari dengeleyecek arti yüklü parçaciklar olmasi gerekiyordu. Thomson, atomu bir "üzümlü kek"e benzetmisti: Üzümler eksi yüklü elektronlar, kekin diger kisimlari ise arti yüklü madde.

Rutherford'un atom modeli, Günes Sistemi'mizin yapisina benziyor. Ortada Günes, yani arti yüklü çekirdek ve çevresinde dolanan gezegenler, yani eksi yüklü elektronlar. Rutherford'un bu modeline göre çekirdek atomun çok küçük bir parçasi: Örnegin atomun boyutunu Dünya kadar büyütsek bile içindeki çekirdek en fazla bir futbol stadyumu kadar kaliyordu. Rutherford daha da
önemli bir adim atarak, çekirdek içinde arti yüklü parçaciklari yani protonlari kesfetmis ve protonlarin elektronlardan 1836 kez daha agir
oldugunu bulmus.
Fakat bu model de bazi kuramsal sorunlar çikarmis. 1912 yilinda Danimarkali fizikçi Niels Bohr, bu kuramsal sorunlari çözecek bir model olusturmus. Bohr'un atom modelinde, yine ortada arti yüklü bir çekirdek, fakat sadece belli yörüngelerde dolanabilen eksi yüklü elektronlar var. Bundan sonraki gelismeler, Bohr'un atom modelini düzeltmeye yönelik. Bu gelismelerden biri, çekirdekte arti yüklü proton disinda, yüksüz "nötron" adi verilen parçaciklarin da oldugu. Nötronlari da 1932 yilinda, James Chadwick, kendisinin yaptigi derme çatma bir detektörle kesfetmis.
Atomun tam bir modelini olusturmadaki en önemli yöntem, Kuantum Mekanigi adi verilen fizik dalinin gelismesiyle oldu. Bugünkü bilgilerimizin tamami bu fizik dalinin gelismesiyle elde edildi. Artik bugün atom ve yapisi hakkinda epeyce bilgiye sahibiz. Kuantum kuramina göre, atom, arti yüklü bir çekirdek ve etrafinda dalga gibi de hareket edebilen elektronlarin bulutundan olusan minik bir "nesne"...

Atomdan Öte Köy Var Mi?

Aslinda, atomlar her ne kadar maddenin yapitaslari olarak tanimlansa da, gördügümüz gibi onlarin da daha küçük yapitaslari var. Demokritus'un elma örneginde bir biçak degil de, günümüzün modern mikroskoplarini kullandigimizi düsünelim. Tabii ki, elmayi keserek degil, büyüterek yapabiliriz bunu. Elmanin bir parçasinin görüntüsünü mikroskop altinda büyütelim. Önce elmanin detaylarina, daha büyütmeye devam edersek molekül adini verdigimiz atom gruplarina ulasiriz. Moleküller, iki ya da daha fazla atomun "kimyasal bag" adi verilen islemle biraraya gelmesi sonucu olusur. Iste, madde dedigimiz nesnelerin kati (elma gibi), sivi (su gibi) veya gaz (hava gibi) olmasini saglayan sey, bu moleküllerin biraraya gelis biçimi. Moleküller birbirleriyle çok siki sikiya baglanmis ve yerlerinden kipirdayamiyorlarsa madde kati halde; atomlar, kopmamak sartiyla birbirleri etrafinda hareket edebiliyorlarsa sivi halde; atomlarin olusturdugu moleküller serbestçe hareket edebiliyorlarsa gaz halinde oluyor.

Demek ki, biraz daha büyütürsek atomlara ulasacagiz. Tanimimiz geregi, atomlar madde degil. Çünkü madde olabilmesi için en azindan kati, sivi veya gaz halinde olabilmeli. Fakat, bu hallerden birisi için kimyasal bir baga, yani en az iki atoma gereksinim var. Dolayisiyla tek basina bir atom ne kati, ne sivi, ne de gaz yani ne de madde. Ancak biraraya gelirlerse madde olusturuyorlar. Bu anlamiyla maddenin yapitasi! Atomu, mikroskobumuzda büyütmeye devam ettigimizde (aslinda bunu yapabilecek mikroskoplar yok, fakat bilim adamlari baska islemlerle bunu yapabiliyorlar. Biz yine de yapabildigimizi varsayalim) basta da söyledigimiz gibi, Günes Sistemi'ne benzer bir yapiyla karsilasiyoruz. Ortada bir çekirdek ve etrafinda dolanan elektronlar. Elektron bulutundan geçip içeri daliyoruz ve merkezde yer alan çekirdegi görüyoruz. Büyütmeye devam ediyoruz ve çekirdegin içine bakiyoruz. Burada nötron ve protonlarla karsilasiyoruz.
Elektronlar eksi yüklü ve hafif, protonlar arti yüklü ve agir, nötronlar ise yüksüz ve agir parçaciklar. Yük ve kütle gibi kavramlar atomlari birbirinden ayirdetmekte kullaniliyor. Çünkü çok sayida atom var ve bunlarin hepsinin, elektron, proton ve nötron sayilari farkli. Bir atomdaki elektronlarin sayisi, o atomun atom numarasini (AN) veriyor, bu sayi ayni zamanda o atomun çekirdegindeki proton sayisina da esit. Proton ve nötron sayilarinin toplami ise atomun kütle numarasini (KN) veriyor. Örnegin en basit yapiya sahip atomlardan biri olan helyumun atom numarasi 2 ve kütle numarasi 4 (yani 2 proton, 2 elektron ve 2 nötronu var) ve 4He2 seklinde simgeleniyor. Havada bulunan oksijen atomunun ise atom numarasi 8 ve kütle numarasi 16 vb...

Daha sonuna gelmedik. Son bir gayretle proton ve nötronun da içine bakiyoruz ve orada da daha temel parçaciklar görüyoruz. Bunlara da "kuark" adi veriliyor. Iste, maddenin içine yolculugumuzun "simdilik" son duragi burasiymis gibi görünüyor. Buradan daha ileri gitmemiz mümkün degil.

Artik bir sonuç çikarabiliriz: Maddenin en küçük yapitasi kuarklar. Kuarklar bir araya gelerek proton ve nötronlari, bunlar ve elektronlar biraraya gelerek atomlari, atomlar molekülleri, moleküller de maddeyi (elma örnegi gibi) olusturuyor.

Gördügümüz kadariyla atomdan öteye köy var, yani kuarklar! Peki kuarklardan öteye? Bunu henüz bilemiyoruz. Ancak bu, hiç bilemeyecegimiz anlamina gelmiyor. Demokritus'tan bugüne katettigimiz yol, bilimin, her alanda oldugu gibi, maddenin temel yapisini anlamada da bize verecegi daha pek çok sey oldugunun bir göstergesi.

Gemi Nedir

Maddeyi olası telif hakkı ihlali nedeniyle etiketlediyseniz, lütfen aşağıdaki sayfanın en altına da ekleyin! Vikipedi:Telif_sorunları/2008_Ekim_14/Maddeler
* {{subst:madde-ti|Gemi}} kaynak: [Grolier İnternational Americana s.244,245,246,247,248,249,250]. ~~~~
Bu madde sayfasının içeriği aşağıdaki kaynağın telif haklarını ihlal ediyor gibi görünmektedir.

[Grolier İnternational Americana s.244,245,246,247,248,249,250]
Lütfen sağdaki "Göster"'e tıklayarak ilgili yönergeleri okuyun! [ Göster ]
Bu madde Vikipedi:Telif sorunları sayfasında listelenmiştir. Telif ihlali durumu açıklığa kavuşana kadar lütfen değişiklik yapmayınız.
Bu konuda yeni bir madde yazmak niyetindeyseniz, lütfen bu geçici alt sayfayı kullanınız.

Telif hakkı ihlali bulunan madde metinlerinde değişiklikler yapmak genellikle telif sorununu sona erdirmez. Birçok durumda en iyi yöntem maddeyi baştan yazmaktır.

Telif durumu açıklığa kavuştuktan sonra yazdığınız geçici madde bu sayfaya taşınacak ya da bu sayfa ile birleştirilecektir.
Mevcut içeriğin telif haklarına sahipseniz ya da bu içeriği GNU Özgür Belgeleme Lisansı şartları altında kullanmaya izniniz var ise, lütfen bunu maddenin tartışma sayfasında ve telif sorunları sayfasında maddenin listelendiği yerin altında belirtiniz.
Mevcut içeriğin telif hakları durumu belirsiz olan kısmını yeni yazacağınız madde metninde kullanmayınız. Mevcut telif sorunlu olduğu düşünülen içerik GNU Özgür Belgeleme Lisansına sahip olduğu halde silinir ise (her zaman değil ancak çoğu zaman) Vikipedia mirror/clone yardımıyla geri getirilecektir.
Bu etiketin konulmasınından 7 gün sonra telif sorunlu bölüm veya maddenin tamamı silinecektir. Geçici alt sayfada yeni bir madde yazılmış ise telif sorunu giderilmiş metin ile birleştirilecek ya da metnin yerini alacaktır.


Gemi, su üzerinde insan ve yük taşımacılığında kullanılan büyük tekne.[1] Gemi sözcüğü anlam olarak kayıktan daha büyük tekne anlamına gelse de, günümüzde genellikle deniz taşımacılığında kullanılmak için yapılmış büyük tonajlı, güverteli tekneler kastedilir.


Dünya'nın en büyük yolcu gemilerinden biri olan Queen Mary 2Konu başlıkları [gizle]
1 Yelkenli çağı
1.1 Fenike, Yunan ve Roma gemileri
1.2 Çin ve Ortadoğu gemileri
1.3 İlk Avrupa gemileri
1.4 Keşifler Çağı'nın gemileri
1.5 17. ve 18. yüzyıllarda gemiler
1.6 19. yüzyıl gemileri
1.7 20. yüzyıl gemileri
2 Gemi türleri
2.1 Buharlı ve Motorlu gemiler
2.1.1 Buharlı gemiler
2.1.2 Motorlu gemiler
2.1.2.1 Pervaneli gemiler
2.1.2.2 Türbinli gemiler
2.2 Özel amaçlı gemiler
2.2.1 Yolcu gemileri
2.2.2 Yük gemileri
2.2.2.1 Tankerler
2.2.2.2 RO-RO ve Konteyner gemileri
2.2.2.3 Süpertanker
2.2.2.4 Savaş Gemileri
2.2.2.5 Uçak gemileri
2.2.2.6 Römorkörler
2.2.2.7 Balıkçı tekneleri
2.2.3 Yeni su aracı türleri
2.2.3.1 Hoverkraft
2.2.3.2 Hidrofoyl
3 Kaynaklar
4 Bağlantılar
4.1 İç bağlantılar
4.2 Dış bağlantılar



Yelkenli çağı [değiştir]
Mısırlıların Akdeniz'de ticaret yapmak amacıyla kullandıkları kürekle yönlendirilen yelkenli gemiİlk yelkenliler, birçok kalın kirişin yanyana bağlanmasıyla yapılıp, ortasına tek bir dört köşe seren yelkenin basıldığı kısa bir direk yerleştirilmiş teknelerdi. 1947'de Norveç'li gezgin Thor Heyerdahl ve arkadaşlarının Büyük Okyanusu aştıkları Kon-Tiki, bu tür ilkel bir teknenin balsa tahtasından yapılmış bir benzeriydi (günümüzde Oslo'daki Kon-Tiki müzesindedir). Kesin olarak bilinen en eski gemi, firavun Keops'un (M.Ö. 1960-3908) cenaze töreni için yapılmış, mezarının yanındaki bir hendekte kumla kaplanmış olarak bulunan, güvertesiz teknedir. 40 m uzunluğundaki, en büyüğü 23 m uzunluğunda 600 ayrı kereste parçasından yapılmış bu teknenin, yalnızca Keops'un cenaze töreni için kullanıldığı, ne denize açıldığı ne de Nil'nde yüzdürüldüğü düşünülmektedir. Ancak, Mısırlıların Akdeniz'de ticaret amacıyla buna benzer gemiler kullandıklarını gösteren pek çok kanıt vardır.

Gene o dönemden kalma belge ve resimlerden, her bir yanında 18'er kölenin çektiği küreklerle yürütülen gemiler de bulunduğu anlaşılmaktadır. Mısırlılar ayrıca, geminin ortasına diktikleri seren direğine dikdörtgen biçiminde bir yelken basarak, rüzgarın doğal gücünden de yararlanmışlardır. Bu tür gemiler bordanın iskele(geminin sol yanı; geminin sağ yanı için sancak terimi kullanılır) yanından sarkıtılan çok büyük bir kürekle yönetilirdi.


Fenike, Yunan ve Roma gemileri [değiştir]M.Ö. 1000'den 250'ye kadar Akdeniz kıyılarının büyük bölümüne egemen olan Fenikeliler, Mısırlıların gemi tasarımı geliştirmişler, Akdeniz'de ticaret amacıyla uzunluğu yaklaşık 30 m'yi bulan tekneler ve Cebelitarık Boğazından çıkarak Scilly Adalarına (hatta Herodotos'a inanılırsa, Ümit Burnu'nun çevresinden dönüp Hint Okyanusuna) uzanmak için daha büyük gemiler yapmışlardır.


Romalıların kullandıkları kürekli ve yelkenli gemi
Yunanlıların kullandıkları kürekli ve yelkenli gemiDaha o dönemde, Avrupa sularında kullanılan gemi türlerinin tekne bölümünü yapmak için gerekli temel ilkeler iyice geliştirilmişti. Geminin çatısı baş bodoslamalar (pruva), kıç bodoslamalar ve alabandadan alabandaya ıskarmozlarla birlikte, boydan boya uzanan bir omurga içermekteydi. Daha sonra kalaslarla kaplanıp, üstü de zift tabakasıyla örtülerek, iskelet su geçirmez bir tekneye dönüştürüldü. Tahta çivilerin yerini demir çivilerin almasıyla, dolayısıyla da geminin ince uzun kereste parçaları güven altına almasıyla, iskelete daha çok güç vermesi için yatay kirişler eklenmesi dışında, yapı gereci olarak metal tahtanın yerini alıncaya kadar, gemilerin yapımında büyük bir değişiklik olmadı.

Roma yakınındaki mezarlarda bulunan duvar resimlerinden anlaşıldığı kadarıyla, M.Ö. 450'den başlanarak küpeşte ekleme yoluyla, gemilerin yük taşıma kapasitesi arttırıldı. Gene aynı resimlerden anlaşıldığına göre, bazı gemilerde her biri yelkenli iki direk kullanılmaya başlandı. Romalılar yolcuları ve personeli yükten ayrı tutmak amacıyla, gemilerine kısmen güverte yapmaya da başlamışlardı. Ayrıca, gemi yelkenlerinin açısını baş ve kıç doğrultusunda ayarlayarak, geminin rotasını arkadan esen rüzgardan başka bir yönde tutabileceklerini de anlamışlardı.


Çin ve Ortadoğu gemileri [değiştir]Uzakdoğu'da Çinliler cung (jong) adını verdikleri değişik bir tekne tasarımı geliştirdiler. İçleri oyulmuş iki kanoyu kalas kullanarak birleştirdiler. Daha sonra yanları, kıç ve başı yaparak, altı düz, tahta bir kutu, yani omurgasız bir gövde ortaya çıkardılar. Takoz biçiminde bir eklenti bu kutunun başını oluşturuyordu. kıçı da, arkadan gelecek dalgayla ıslanmayacak biçimde yapılmıştı. İçerde, tam ortada bir yerde, ikinci bir düşey su geçirmez kutu, dümen küreğini içermekteydi.

Çin cungu, yol aldığı sulara ve yelkenini dolduran rüzgarlara çok iyi uyum sağlıyordu. Baş ve kıç yelkeninin Çin uyarlaması, yaklaşık İ.Ö. 250'den başlanarak, yani Batı dünyasının bulmasından 15 yıl önce kullanıma girmişti. Sonradan cunglar güverteli ve çok daha büyük yapılıp, çapraz tahta setlerle ayrı kamaralara bölündü (bu gelişme Batı'da ancak birkaç yüzyıl sonra gerçekleşmiştir): Marco Polo, 50'den çok özel kamarası olan bir cungdan sözetmişti. En büyük cunglar, Batı'da 18. ve 19. yüzyıl'larda yapılan kare yelken donanımlı gemiler daha büyüktü.

Çinlilerin denizcilik alanında en büyük buluşları hasır yelkendi. Tam boy tirizlerle sertleştirilen bu yelkenler, rüzgarın şiddetine göre jaluzi gibi çekilip indirilebiliyor, böylece cung, her havada çağdaş bir yarış yatı gibi yol alabiliyordu. Batı'da tasarımcılar, küçük yatların daha etkili olabilmesi için tam tirizli yelkenlerin çizimini yapmışlardır; ama ancak elektrikle çalışan makaralı sarıcının gelişmesi sonucunda, çağdaş yelkenliler cunglarla eşit oranda rahat yelken kullanma olanağına kavuşmuşlardır.

Japonlar, Cavalılar ve öbür Doğu halkları da, kendilerine uygun biçimlerde cunglar yapmışlardır. Çok çeşitli olan bu tekneler, 17. yüzyıl'dan önce yapılmış herhangi bir Batı teknesinden üstündüler. Denize daha yatkın oldukları gibi, rüzgara da çok daha iyi uyum sağlıyorlardı. Bu nedenle, temel cung tasarımı günümüze kadar varlığını sürdürdü. Cunglar hala Çin kıyıları açıklarında, Yangtze Nehri'nde ve öbür Çin ırmaklarında yolcu ve yük taşımaktadırlar. Cungun biraz değişik bir çeşidi olan sampan da, günümüzde genellikle kıçtan takma bir motorla kullanılmaktadır.

Kuzeydoğu Musonlarının sürekli rüzgarları Hint okyanusunda özel bir durum yarattığı için Araplar, İranlılar ve Hintliler de, rüzgara uyum sağlayan üç köşeli latin yelkeniyle donatılmış bir tekne türü geliştirmişlerdi. Günümüzde Kızıldeniz , Basra Körfezi ve Hint okyanusunda işleyen üçgen biçimli yelkenli tuvalar, 2000 yıl öncekilerden çok az değişiklik gösterirler. Nil ırmağında kullanılmış Mısır felukaları da, tuvanın bir uyarlamasıdır. Latin donanımlı teknenin baş ve kıç yelkenlerini kullanmak güç olmasına karşın, söz konusu sularda rüzgar sabahtan akşama kadar tek yönden estiği için, tuvalar bakımından herhangi bir kullanım güçlüğü sözkonusu değildi.


İlk Avrupa gemileri [değiştir]
Belirgin omurgası, geniş sığ gövdesi ve kürek biçimi yekesiyle Viking gemisi, uzun deniz yolculuklarına son derece uygunduM.S. 7. yüzyıl'da Avrupa'da tekne tasarımında yeni bir çağ başladı. 1863'te Hollanda'da Flensburg yakınında bulunan Nydam kayığının kalıntılarından ve daha sonra İngiltere'de Sutton Hoo gemi mezarlığında ortaya çıkarılan tekneden anlaşıldığı kadarıyla, Vikinglerin denizaşırı akınlarını gerçekleştirdikleri tekneler uzun ve dar oldukları gibi, kolayca kıyıya oturmaları için de su çizgisi üstündeki bölümleri çok alçaktı. Bazen küreklerle yürütülen bu tekneler, genellikle tek, büyük kare yelkenle yönetiliyorlardı. Yüzyıl sonraysa Viking gemileri, 1880'de Norveç'te Gokstad gemi mezarlığında kalıtıları ortaya çıkarılan geminin de gösterdiği gibi, 25 m uzunluğunda ve iki başlı olmuştu. Baş ve kıç görkemli bir kıvrımla yükseltilmişlerdi. Başın üstünde gemi aslanı gibi oyma bir süs vardı. Her borda tirizinde, 16 kürek için delikler açılmıştı. Geminin orta yerinde dikili tek bir direk büyük, kare ve boyanmış bir yelken taşıyordu. Bayeux duvar halısından anlşaşıldığı kadarıyla, 1066'da İngiltere'yi istila eden Fatih William'ın kullandığı gemiler de aynı tasarımın ürünleriydi. Yalnız bunlar kısmen güverteli oldukları gibi, başta ve kıçta birer kasara (küçük kale) vardı. Buradan askerler, borda bordaya gelmeden önce, düşmana ok atıyorlardı.

Bu dönemde, başlıca seyir aracı olarak yelken, küreğin yerini almaktaydı. 12. yüzyıl'da kürek yelkenin yerini dümenin alması, gemilerin yönetimini büyük ölçüde kolaylaştırdı. Bu gelişmeleri direk ve yelken sayısının arttırılması izledi: Birkaç küçük yelkenin, tayfalar tarafından büyük bir yelkene oranla daha kolay kullanılldığı anlaşılmıştı.

13. yüzyıl'da Kuzey Avrupa sularında tek direkli kag (şalupa) en kullanışlı gemi türüydü. Akdeniz'in daha sakin sularının kıyılarındaki gemicilikte daha ileri ülkelerse, iki güverteli, ince gövdeli karavelayı geliştirmişlerdi. Başlangıçta, iki direk üstüne latin yelkeni donanımlı olan karavela, kısa sürede pruva direği, anadirek (grandi) ve mizana direği dikilerek üç direkli oldu. İlk iki direkte kare yelkenler, üçüncüsünde latin yelkeni kullanılıyordu.


Keşifler Çağı'nın gemileri [değiştir]
14. yüzyıl'da küçük bir ticaret gemisi olarak ortaya çıkan karavela (karavel), Portekizliler tarafından daha büyük bir okyanus gemisi niteliğinde geliştirilip, keşifler için kullanılmıştır
Caravela Redonga, kare yelkenli karavela15. ve 16. yüzyıl'larda Bartolomeu Dias, Ferdinand Magellan, vb.'nin gerçekleştirdikleri büyük keşiflerin tümü, karavelalarla yapılmıştır. Gerçi bunların hiçbiri günümüze kalmamıştır; ama Christopher Columbus'un Santa Maria sının tam boy kopyaları son yıllarda yapılmıştır. Bu kopyalarından, bu teknelerin nasıl şeyler oldukları konusunda iyi bir fikir vermekte, ilk gezginlerin böyle zayıf, küçük teknelerle yolculuklarını tamamlamayı nasıl başardıklarını anlamakta güçlük çekilmektedir.

Avrupa'dan yola çıkıp Ümit Burnu'nu dolaşarak Uzakdoğu'ya ve Atlas Okyanusu'nu aşarak batı'da Yeni Dünya'ya ulaşan bütün deniz yollarının açılmasıyla birlikte, deniz yoluyla yapılan ticarette de büyük bir artış oldu. Hacmi artan malların taşınması için daha büyük ticaret gemileri gerekiyordu. İspanyollar, 1600 tonajlık kadırgalar yaparak, büyük ticaret gemileri yapımını başlattılar. Bu gemiler ve daha sonra ortaya çıkan kalyonlar (üç güverteli ve gabya çubuklu kadırga) 19. yüzyıl ortalarında buharla çalışan tam donanımlı gemilerin habercisi oldular.


17. ve 18. yüzyıllarda gemiler [değiştir]17. ve 18. yüzyıllar'ın karavela türü yelkenli gemileri, 19. yüzyıl'da tahta gövdelerin yerini önce demir, daha sonra da çelik gövdeler alıncaya kadar, gemi yapım sanatının en başarılı örnekleri oldular. "East Indiamen" (Doğu Hindistan adamları) denen bu gemilerin bazıları 60 m'den uzun, 15 m'den genişti ve 5 güvertesiyle, 2.000 tonu aşmaktaydı.


Lord Horatio Nelson'un amiral gemisi HMS Victory
İlk olarak Hollandalılar tarafından tasarımı yapılan çift direkli gezi yatıBütün bu gemiler, başka ülkelerin savaş gemilerine ve korsanlara karşı korunmak için toplu savaş gemileri gibi 24'lük ve 32'lik borda toplarıyla silahlandırılmıştı. Ayrıca çoğu tavlun direkleri, gabya çubukları, babafingo direkleriyle donatılmıştı ve yolcular için lüks kamaraları olan ilk yelkenli gemilerdi.

Bu görkemli gemilerden hiçbiri günümüze kalmamıştır; ama 1628'de tamamlanan ve yakın dönemde Stokholm limanının dibinden çıkarılarak, Stokholm'de korunan İsveç savaş gemisi Vasa ile 1778'de tamamlanan, günümüzde İngiltere'de Portsmouth'da kuru bir havuzda korunan Lord Horatio Nelson'un amiral gemisi HMS Victory, neye benzedikleri konusunda fikir vermektedir.

East İndiamen'e benzer ticaret gemileri, İngiltere ve Fransa tarafından sömürgeleştirilmiş Batı Hint adalarının değerli ürünlerini Avrupa'ya getirmek için kullanılırken, kıyıdan kıyıya ve iç sularda ticaret yapmak için daha küçük tekneler de yapılmaktaydı. Bunlar Newcastle'dan Londra'ya kömür taşımada, iç sularda ve açık denizde balık avcılığında kullanılıyorlardı.

İlk olarak Hollandalılar tarafından tasarımı yapılan ve 2. Charles tarafından İngiltere'ye getirilen gezi yatları da, bu dönemde ortaya çıkmıştır. Bu tekneler ya iki direkli ya da genellikle tek direkli yapılıyorlardı.


19. yüzyıl gemileri [değiştir]
Üç direkli kliper türü gemi olan USS Constitution
James E. Buttersworth'un çizimiyle, kliper türü gemi olan Flying Cloud19. yüzyıl'da yük taşıma kapasitesi daha fazla olan daha büyük gemilere duyulan gereksinme, dört-yedi direk taşıyan daha büyük tekneler yapımına yol açtı. Aynı biçimde, ABD'de altın arayıcılarını doğu kıyısından Kaliforniya ve Avustralyanın altın madenlerine taşımak, İngiltere'de Çin çayı ticareti yapmak için daha hızlı gemilere gereksinme duyulması, kliper gemileri denen, kare yelken donanımlı, zarif görünümlü ve çok hızlı tekneler yapılmasını sağladı. Hem yolcu, hem de yük taşıyan, en iyilerinin hızı saatte 18-20 deniz milini bulan kliperler, Lightning (Şimşek) ve Flying Cloud (Uçan Bulut) gibi çarpıcı isimler taşıyorlardı. Bir günde 436 deniz mili yol alan Lightning in hızına 20. yüzyıl'ın buharlı gemileri bile ulaşamamaktadır.

Dretnot, Atlas Okyanusu'nda Cunard buharlı gemilerini çoğu zaman geride bırakan en hızlı kliperlerden biriydi. New York'tan Liverpool'a 13,5 günde ulaşmayı başarmıştı. Donald McKay'in 4.555 tonluk Great Republic (Büyük Cumhuriyet) adlı kliperiyse, günümüze kadar yapılmış en büyük tahta gemiydi. 102 m. uzunluğunda olan bu geminin dört seren direği, 0,6 hetardan çok yelken bezi taşımaktaydı.

Kleperler ile Avrupa, Amerika ve Çin arasında düzenli seferler yapan hızlı, ince görünüşlü yelkenli tekneler olan posta gemileri, dönemlerinin en hızlı gemileriydi. Bunlar posta ve resmi hükümet yüklerinin yanısıra, büyükelçiler gibi özel yolcular da taşıyorlardı. Ama taşıma kapasiteleri oldukça sınırlıydı. İngiliz çay ticareti için hız çok önemli olduğundan, güvenli ama daha yavaş buharlı gemiler ortaya çıktıktan sonra bile, kliperlerin yapımı sürdürüldü. İki İngiliz kliperi Thermopylae ile Cutty Sark arasındaki ünlü yarış, 1872 gibi geç bir tarihte yapıldı.


20. yüzyıl gemileri [değiştir]20. yüzyıl'da, cungların hala yaygın olarak kullanıldığı Uzakdoğu dışında buharlı gemiler, aşağı yukarı bütünüyle yelkenli gemilerin yerini aldı. 1934'te yalnızca tam armalı 40 yelkenli gemi yüzer durumda kalmıştı. Bunlardan 16'sı çeşitli ülkeler tarafından eğitim amacıyla kullanılıyor, geri kalanlardan çoğu, Şili ve Avustralya'dan Avrupa'ya ucuza kuru yük taşıyorlardı.

Günümüzde de yalnızca 20 büyük yelkenli kalmıştır ve tümü eğitim amaçlı kullanılmaktadır.


Gemi türleri [değiştir]
Buharlı ve Motorlu gemiler [değiştir]
Buharlı gemiler [değiştir]
Robert Fulton'un Clermont isimli yandan çarklı buharlı gemisi
Isambard Kingdom Brunel'in SS Great Britain isimli gemisi1774'te James Watt'ın buhar makinesini geliştirmesinden sonra, 1776'da Fransız Claude François 13 m'lik bir tekneye bir Watt buhar makinesi taktı. 1802'de İskoç mühendis William Symington (1763-1831), krank donanımlı ilk yandan çarklı gemiyi yapmayı başardı. 1807'de, Robert Fulton Clermont adlı 45 m'lik teknesine bir Boulton ve Watt buhar makinesi taktı. Clermont ilk yolculuğunda, 4,5 m'lik çark kanatlarıyla New York'tan Albany'e gidip geldi ve bu 240 km'lik uzaklığı 62 saatte aldı.

Fulton'un Clermontu ilk başarılı buharlı gemidir. Fulton'un prototip gemisini izleyen yandan çarklı vapurlar, gerek hız, gerek manevra yeteneği bakımından yeterli oldukları gibi, ırmak ve koy taşımacılığına çok iyi uyum sağladılar. Ama çark kanatları, okyanusun dalgalı sularına uygun değildi.

Buharlı gemiler çağına aslında çok yavaş bir gelişmeyle ulaşıldı. Yangından sakınan ve yeni mekanizmaya güvenmeyen gemi yapımcıları, buhar gemilere tamamlayıcı olarak direkler, serenler ve yelkenler eklemekten geri kalmadılar: 1819'da Atlas Okyanusu'nu geçen ilk buharlı gemi olan ABD yapımı Savannah ın bir düzine yelkeni vardı; 27 günlük yolculuğu sırasında yalnızca 80 saat çalıştırdığı buhar makinesinden çok daha fazla, yelkenlerini kullanmıştı. 1838'de İngiliz gemisi Sirius, Atlas okyanusunu tam anlamıyla buhar gücüne dayanarak geçen ilk gemi oldu. Ama yolda yakıtı tükendiği için, direklerini ve tahta eşyasını yakmak zorunda kaldı.

Aynı yıl, çark kanatlarına buhar sağlayan dört kazanlı ve 72 m uzunluğunda tahta bir gemi olan Great Western, Bristol-New York arasını saatte 8 deniz mili ortalama hızla 15 günde aştı ve düzenli okyanusaşırı sefer yapan ilk buharlı gemi oldu. Bundan esinlenen Sir Samuel Cunard, 1840'tan başlayarak kendi deniz yollarında, ortalama 15 günde ayda iki kez Liverpool-Boston yolculuğu yapan tahta yandan çarklı buharlı gemileri sefere soktu. Cunard'ın öncülüğünde açılan bu yolu kısa sürede öbür deniz yolları izlediler: Royal Mail Steam Packet Company Büyük Britanya'dan Batı Hint Adaları'na, Peninsular and Oriental Steam Navigation Company de İngiltere, Hindistan ve Çin arasında düzenli seferler düzenledirler.

Great Western, döneminin en ünlü gemi tasarımcısı olan Isambard Kingdom Brunel'in bir mühendislik başyapıtı oldu. Brunel, Atlas okyanusunun kaba dalgalı sularında büyük gemilerin üstünlüğünü ve onlara itici gücü sağlayacak yeterli yakıtı taşımak için büyük kömür ambarlarının gerektiğini çok iyi anlamıştı. Gemi tasarımına başlıca katkısı olan çift karina, ölümünden sonra yüzyıldan uzun süre kullanımda kaldı. Brunel'in Great Britain (Büyük Britanya; 1843) dünyanın ilk büyük demir gemisi ve pervaneyle hareket eden ilk teknesi oldu.


Motorlu gemiler [değiştir]
Pervaneli gemiler [değiştir]Archimedes'in pervane (uskur) ilkesi herkesin bildiği bir şeydi ama, gemi güdümüne uyarlanması için ilk girişimler ancak 1830 yıllarında gerçekleştirildi. Fransız Frederic Sauvage, İsveçli John Ericsson ve Robert Wilson ile Francis Pettit Smith, bu buluşa katkıda bulundularsa da, aralarında patent alan tek kişi, Smith oldu. Birkaç yıl içinde, pervane tasarımının gelişmiş türler, Avrupa ve ABD'de yapılan bütün buharlı gemilerde ve deniz teknelerinde kullanılmaya başlandı.


Isambard Kingdom Brunel'in Great Eastern isimli gemisiİlk pervaneler bir uçak pervanesine benzeyen çok ince iki kanattan oluşuyordu. Ama kısa sürede üç kanatlı, dört kanatlı ve çok kanatlı pervaneler kullanıma girdi. Makinelerin beygirgücünün gün geçtikçe artması da pervanelerin geliştirilmesine katkıda bulundu. Bir süre sonra gemilere birden çok makine ya da motor koyulmaya başlandı; böylece her makine kendi pervanesini çalıştırarak ona itme, hız ve manevra yeteneği kazandırdı.

Brunel'in üçüncü gemisi Great Eastern 1858'de denize indirildi. 211 m uzunluğunda, 27.400 ton'luk bu gemi, 400 personel, 4.000 yolcu taşımaktaydı ve 19. yüzyıl'ın sonuna kadar dünyanın en büyük gemisi olarak kaldı. Great Eastern, altı direk ve oldukça gösterişli yelkenler içermesinin yanı sıra, bir buhar makinesi tarafından çalıştırılan yandan çarklı kanatlar, ikinci bir makine tarafından çalıştırılan bir pervane, dümen dolabına enerji veren üçüncü bir buhar makinesi taşıyordu.

Sonraki 20 yıl içinde, pervaneli gemiler yandan çarklıların yerini aldıkça, motorları da güne geçtikçe gelişti. Daha güçlenen makinelerin çoğu, çeşitli türlerden bileşik makinelerdi. Buhar önce yüksek basınçlı bir silindirde kullanılıyor, sonra alçak basınçlı öbür silindirlere aktarılıyordu. 19. yüzyıl'ın ikinci yarısından sonra benimsenen karşılıklı hareket eden buharlı makine, silindirleri dikey olarak piston kollarının ve krankların üstüne yerleştirilen üçlü ya da dörtlü bir genişleme motoruydu. Yeni geliştirilen kazan çeşitleri de çok daha yüksek basınçlarda buhar üretecek yetenekteydi.


Türbinli gemiler [değiştir]
Günümüz transatlantiklerinden MSC OrchestraPistonlu buhar makinelerinde daha fazla gelişme gerçekleştirilemeyeceğine inanıldığı sırada, buharlı türbin, gemi güdümünde önemli bir gelişmeyi gerçekleştirmeyi başardı. İngiliz mühendisi Sir Charles Algernon Parsons, 1884'te türbin güdümlü bir dinamo bulduktan sonra (bunlardan 200'ü geminin ışık sistemlerine enerji vermek için kullanılıyordu), dikkatini geminin hareket sistemlerini güçlendirmeye yöneltti. İlk türbin güdümlü teknesi Tarbinio, 1897'de İngiliz donanmasının önünden saatte 34 deniz mili hızla geçerek Amirallik Dairesi'nin büyük ilgisini çekti ve çok geçmeden buluşu destroyerler gibi küçük savaş gemilerinde benimsendi. 1905'te "dretnot" adı verilen yeni ve daha büyük savaş gemilerine de takılıp, daha sonra bütün savaş gemilerinin vazgeçilmez hareket ettirici yürütme gücü oldu. Türbin güdümlü ilk ticaret gemisi (1901) olan King Edward adlı küçük İngiliz posta gemisi, İskoçya'da sefere koyularak saatte 20 deniz mili hız yapmayı başardı. Cunard'ın Carmania sı, buhar türbinli ilk okyanus gemisi oldu (1904). Gene Cunard şirketinin Lusitania ve Mauritania (bu ikincisi, yaklaşık çeyrek yüzyıl Atlas okyanusunda sefer yapan en hızlı gemi olarak kaldı), Parsons türbinleriyle donatıldılar. Çok geçmeden de Parsons türbinleri, okyanus aşırı sefer yapan bütün yolcu gemilerine takıldı.

Kömür ateşi çağında, buharlı türbin yüksek hızlı bir gemiyi çalıştırmak için en üstün nitelikli araçtı; ama karşılıklı hareket, üç pistonlu motor kadar ekonomik değildi. Yakıt olarak petrolün kömürün yerini alması, sonuçta bu durumu değiştirdi. Rudolf Diesel'in, dizel motorunun patentini 1892'de almasından sonra, küçük hollanda tankeri Vulcanus, 1910'da dizel motorlu ilk ticaret gemisi oldu.


Türbinli bir gemi olan, dünyaca ünlü RMS Titanic20. yüzyıl'ın ilk yılları, denizcilik tarihinde iki çağın çakıştığı bir dönemdir: Herhangi bir büyük limanın kıyı şeridinde hâlâ uzun direkli ve çapraz serenli yelkenliler ile buharlı gemilerin duman kümelerinin ve bacalarının birbirine karıştığı görülüyordu. Hemen her tür geminin, gerek yelkenli, gerek buhar gücüne dayanan çeşitleri vardı. Römorkör ve liman römorku gibi bazılarıysa, yalnızca buharlı yapılıyordu. Ayrıca, bir denizcinin ustalığı hâlâ yelkenli konusundaki bilgisiyle ölçülmekteydi. Cunard denizyolları daha elli yıl süreyle, yelkenli gemilerde çalışmış kaptanlara öncelik tanıyacaktı. Bunun nedenlerinden biri büyük bir buharlı geminin gövdesine çarpan dalgaların ve rüzgârların hareketini anlayıp ona göre davranmanın, bir yelkenli teknede karşılaşılan durumlar kadar güç olmasıydı. Bu yüzden, özellikle fırtınalı durumlarda, buhar gücüyle çalışan büyük gemileri yönetmek için yelkenlide kazanılmış ustalık çok değerliydi.

20. yüzyıl'ın ilk otuz yılı geride kaldığında, Batı ticaret gemilerinin filolarında artık yelkenli tekneler görülmez oldu. 1960 yıllarının sonlarında, bütün ticaret gemilerinin yaklaşık %60'ı dizel motorlu, %30'u buhar türbinliydi; yalnızca %10'unda hâlâ eski alternatif hareketli buharlı makineler kullanılıyordu. Bu arada, petrol aşağı yukarı orta yakıt haline gelmişti (bununla birlikte, günümüzde hâlâ az sayıda büyük gemi kömür kullanmayı sürdürmektedir).


Özel amaçlı gemiler [değiştir]
Yolcu gemileri [değiştir]
Yolcu gemisi Nautica İstanbul limanında
SS United States isimli gemi
RMS Queen Mary isimli gemi ile Rus Foxtrot sınıfı denizaltısı şu an Long Beach, Kaliforniya'da hotel olarak hizmet vermektedir
Konteyner gemisi, konteyner taşımada kullanılan bir gemi türüdür
Supertanker AbQaiq isimli gemi, ham petrol taşımada kullanılmaktadır20. yüzyıl'ın ilk yarısında büyük yolcu gemileri okyanuslara egemen olmuşlardı. İngiltere, okyanus seferlerinin çoğunu uzun süredir denetimi altında tutmaktaydı. Ama yüzyılın ikinci çeyreğinde Fransız, İtalyan ve ABD denizyolları, çok daha süratli ve daha lüks gemilerle rekabete başladılar. Bununla birlikte, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra hava yolculuğunun gelişmesi, hem de SS United States in 1952'de okyanusu 3 gün, 10 saat 40 dakikada aştığı sırada, yolcu gemilerinin saltanatına son verdi.

Yirmi yıl içinde büyük yolcu gemilerinin çoğu hizmet dışı kaldı. Geriye kalanlar da ya gezinti gemisi olarak kullanıldı ya da yüzer müze olarak havuza çekildi (Kaliforniya Long Beach'teki Quenn Mary transatlantiği gibi).


Yük gemileri [değiştir]20. yüzyıl'ın ortalarından bu yana yük gemilerinin amaçlarında ve yapımında da önemli değişiklikler oldu: Belirli limanlar arasında belirlenmiş rotalarda çalışan şileplerden, nerede navlun bulurlarsa oraya giden buharlı tramp gemilerine kadar. Karışık yükler için en uygun olanı "üç ada" denen türdür. Bu "adalar", geminin kalkık zartası (kıç güverte üssü), orta yerdeki palavra üst yapısı ve baş kasaradır. Tahıl, maden filizleri, kömür, ya da petrol gibi aynı türden ambalajsız yükler de başka tasarımlar gerektirmiştir.


Tankerler [değiştir]Ana madde: Tanker
"Ticaret" ve "mezarna" gemileri, tahıl ve maden filizi taşırlar. Ham petrol taşımacılığı için yapılan tankerler ilk olarak 1885'te ortaya çıkmıştır. Birinden öbürüne sızıntıyı engellemek için tankları ya da sarnıçları öbür boşluklardan ayıran batardolar (kofedamlar), genleşme mezarnaları, mekanik havalandırma tertibatı ve soğuk havalarda petrol ağdalılığını azaltmak için buharlı ısıtma gibi özel bazı nitelikler gerektirirler.

Boş tanklarını suyla doldurarak baş ve kıç dengesini koruyabilirler. Bu nedenle, makineler kıça yerleştirilebilir ve pervane şaftları kısaltılabilir. Bazı yolcu gemilerinin de makineleri kıçtadır. Bu yüzden günümüzde genel yük gemisinin silüeti, "şilep" diye anılan eski dökme demir yük gemilerininkinden oldukça farklıdır.


RO-RO, özellikle taşıt araçlarını taşımada kullanılan bir gemi türüdür
RO-RO ve Konteyner gemileri [değiştir]Ancak bu ayrım bile, günümüzde iki yeni tür genel yük taşıyıcısının gelişmesi sonucu ortadan kalkmaktadır: Özel ambalajlı yüklerin her iki ucundaki açıklıklardan gemiye alındıktan sonra rampalar aracılığıyla baştan kıça uzanan bölmelere yerleştirildiği "ro-ro" (ya da makaralı ve tekerlekli gemi); standart ambalajlı yüklerin özel yükleme sistemleriyle güverteye çekildiği ve güvertedeki bölmelere yerleştirildiği konteyner gemisi. Bu tür gemiler genellikle taşıt araçlarını ve gemiye tekerlekli yatak üstünde kaydırılan her çeşit ambalajlı yükü taşımak için kullanılmaktadır.


Süpertanker [değiştir]Ana madde: Süpertanker
Bu arada, tenkerler de İngiltere ve ABD'de aynı zamanda yapılan 12.000 tonluk, 15 mil hızlı tankerlerden çok daha değişik tanınmazlık sınırına yakın bir biçimde gelişmişlerdir. Süpertanker denilen ve 24.900 dwt'lik dev gemiler ilk olarak 1949'da yapılmıştır. Süveyş Kanalının 1956'da ve 1967'de kapatılması, Ortadoğu petrollerini Avrupa'ya ulaştıran en kısa yolu engellediğinden, Ümit Burnu'nun çevresinden dolaşmak zorunda kalınmış, büyük tankerlere duyulan gereksinmelerden ilk yararlananlar Japon tersaneleri olmuştur. Japon tersaneleri, önce 100.000 ton'luk, daha sonra da 250.000 - 275.000 ton'luk ve çok büyük ham petrol taşıyıcısı (Ultra-Large Crude Carriers, ULCC) supertankerler yapmak için yeniden yapılandırılmışlardır. Bu dev gemilerin ekonomik başarısı ve oldukça güvenli çalışma yöntemleri, daha da büyük gemilerin yapımına yol açmıştır: Petrol taşıma kapasitesi 400.000 ton'u bulan ham petrol taşıyıcıları. Üstelik, büyüklükleri bunun iki katını bulacak tankerlerin yapımı için çalışmalar da sürdürülmektedir.

Ekonomik kaygıların bu tür büyük gemileri zorunlu kılmasına karşılık, güvenlik etmenleri, gemicilik dünyasında bazı kuşkulara da yol açmaktadır. Supertankerlerin yolları boyunca çok sık durması gerektiği gibi, manevra yetenekleri de azdır; Manş Denizi gibi dar ve sisli deniz yollarından geçerlerken, öbür gemiler için büyük bir tehlike oluştururlar; karaya oturma ya da çarpışma gibi durumlarda denize bol miktarda petrol dökülebilir; ayrıca, boş tanklarda gaz patlaması tehlikesi vardır.


Savaş Gemileri [değiştir]Ana madde: Savaş gemisi




Uçak gemileri [değiştir]Ana madde: Uçak gemisi

Römorkörler [değiştir]
İlk ticari hoverkraft olan SRN-4
PHM-4 isimli hidrofoylÖzel amaçlı ticaret tekneleri arasında römorkörleri de saymak gerekir. Römorkörlerin, boylarına göre çok güçlü makineleri vardır. Denizlerde gördükleri işler farklıdır. Açık denizlere çıkmaya elverişli büyük römorkörler uzun yolda yük mavnalarını çekmeye yararken, bir bölümü de derin sularda kurtarma etkinliklerine katılırlar. Küçük römorkörlerse, büyük gemilerin rıhtıma yanaşmasına yardımcı olurlar ve limanda yüklü mavna dizilerini çekerler.


Balıkçı tekneleri [değiştir]Balıkçı tekneleri denizlerin niteliğine, avlanacak balıkların cinsine ve gerekli yolculuğun uzunluğuna göre bazı türlere ayrılırlar. En büyükleri olan donduruculu fabrika gemileri, avlanmış balıkları bir yandan da işlerler. Bazı Rus balina gemilerinde, büyük bir tankerin depolama kolaylıkları ile daha küçük bir balina avlayıcı filosu için ambar gemisi olarak görev yapma yeteneği birleştirilmiştir. Hatta bazıları balina bulmakta kullanılan bir deniz uçağı taşırlar.


Yeni su aracı türleri [değiştir]Günümüzde "feribot" düzeyinden "gemi" statüsüne yükselmiş iki tür araç olduğu söylenebilir: Hoverkraft ve hidrofoyl.


Hoverkraft [değiştir]Hoverkraft ya da hava yastıklı gemi, basınçlı havayla şişirilen bir yastık üstünde deniz yüzeyinde gidebilen pervaneli bir deniz aracıdır. Kullanıma yatkın ilk tasarımı İngiliz mühendisi Sir Sir Christopher Cockrell tarafından yapılmış, İngiliz hükümetinin desteği sayesinde ilk ticari hoverkraft olan 165 ton'luk SRN-4, Manş Denizi'nin iki kıyısı arasında düzenli seferlere başlamıştır.

Normal seyir hızı 55 mil olan hoverkraftın, en yüksek hızı 65 mil'dir; ayrıca, kumsalda karaya çıkabilir; düz ve bataklık bir arazide yol alabilir.


Hidrofoyl [değiştir]Hidrofoylla ilgili ilk çalışmalar, 20. yüzyıl'ın başlarında yapılmış olmakla birlikte, ilk hidrofoyl ancak 1956'da, Sicilya ile İtalya arasında hizmete girmiştir. Hidrofoylların ayrıca iki çeşidi geliştirilmiştir. Bunların birinde, belirli bir hıza erişildiğinde, tekne, suyun altında kalan gömülü kayakları tarafından su üstüne yükseltilerek, sürtünme düzeyi en aza indirilir; öbüründe, kayaklar yüzeye dikey olarak yükselir. Birinci tür daha dengelidir; ama ikincisi daha hızlı yol alabilir.

Hidrofoyllar arkaya, aşağı doğru meyil alan bir şafta bağlı su pervanesiyle çalışır, normalde 50 mil hız yaparlar.

İnternetin Bulunuşu

İnternetin Bulunuşu

Yıl 1962…
Massachusetts intitute of technology’de ‘galatik ağ’ Kavramı tartışmaya açıldı.

Bu kavramla küresel olarak birbirine bağlanmış bir çok veri kaynağına istenilen bir yerden , her hangi bir zamanda ulaşabilmenin mümkün olduğu fikri ortaya atılmıştı.

Bu kavramın sahibi ise daha sonradan ABD Savunma Araştırmaları Projesi bilgisayar bölümünün başına geçecek olan J.C.R Licklider isimli bilim adamıydı.

Bu nedenle internetin kesin bir mucidi olmamakla beraber , çoğu kaynakta Lawrence Roberts’in ismi geçer. 1965 senesinde iki bilgisayarın birbiri ile haberleşmesi sağlandı.

1966’da is dört üniversite’de Bulunan bilgisayarlardan oluşan bir küresel ağ oluşturuldu. Bu ağa ARPANET adı verildi. Bu Sisteme bir çok bilgisayarın bağlanması ile 1972’de NCP protokolü ile başarı sağlandı.
Yine aynı sene içerisinde dünya üzerindeki ilk E-Mail gönderildi.

Tarih 1 Ocak 1983’ü gösterdiğinde TCP/IP Keşfedildi. Bu protokol hala internet ağının ana halkasıdır.

1980’li yılların ortasında ABD savunma bakanlığı ARPANET üzerinden çekildi ve MİLİTARY-NET isimli kendi ağını kurdu. Bu tarihten Sonra ARPANET Beş süper bilgisayar merkezi ile NSFNET ismini aldı. NSF’nin omurga işletmeciliğinde çekilmesi ve İnternic’in dahil olması ile birlikte ‘galatik ağ’ Projesi internet ismiyle son şeklini aldı.

Yıllar içerisinde ağa dahil olan bilgisayar sayısı milyonları buldu. Dünya internetin keşfi ile birlikte yeniden şekillenmeye başladı. 90’lı yıllarda hayatımıza giren yeni bir kavram vardı “internetten önce internetten sonra”.

Minessota Üniversitesin'de Gopher isimli menü tabanlı internet aracı geliştirildi. metin ekranında menülerle çalışan Gopher, İnternet kullanıcılarının bilgiye erişimini kolaylaştırmayı hedefliyordu. Avrupa partikül Fiziği Laboratuarı'nda (CERN) çalışan bir bilim adamı, tim Berners-Lee, World Wide Web'i bir araştırma aracı olarak geliştirmekteydi. bu sene WWW (world Wide Web) Hayata Geçti. Tim Berners-Lee, World Wide Web'i deneysel olarak geliştirdi ve web'in babası ünvanını hak etti.

Telefon Tarihi (Telefonun İcadı)

TELEFONUN İCADI

1876 yılında Alexander Graham Bell telefonu icat ettiğinde, insan iletişiminde yeni bir çığır açıldı. Bell'in buluşundan önce, bir mesajı en hızlı iletmenin yolu, Mors alfabesiyle telgraf hatlarından ulaştırmaktı. Ancak telgraf kullanımında, insan sesinin teller aracılığıyla aktarılmasına olanak yoktu. Kendi dönemine göre yeni bir yöntem sayılan telgraftan önce, acil mesajların atlı ulaklar, duman işaretleri, güvercinler ve gemiler kullanılarak iletilmesi gerekiyordu. 1870'li yıllarda pek çok insan, telgrafı geliştirmek için çaba harcıyordu. Ancak Bell, tek başına ipi göğüslemeyi başardı. Bell, tüm hayatını sağırların eğitimine adamıştı. Bir yandan da telgrafı geliştirmeye ve bu sayede para kazanmaya çalışıyordu. Deneyleri sırasında, bir odadan diğerine gerdiği telin yansıttığı ses titreşimlerini duydu. Bu zayıf sesi, diğer mucitler de duymuş olsalar bile, büyük farklılığı kavrayamadıkları hemen hemen kesindi. Bell, insan kulağının titreşimleri güçlendirmesi konusundaki derin bilgilerinin yardımı ve tel aracılığıyla insan sesinin aktarılmasının mümkün olduğunu kavradı. Böylece, telefon doğdu. On yıl içerisinde, önce Amerika'ya daha sonra da tüm dünyaya yayıldı.

XIX. yüzyılın son çeyreğinde Morse telgrafı standart araçları, kuralları ve uzmanlarıyla tam örgütlenmiş bir kamu hizmeti durumuna gelmişti. Ve sayısız araştırmacılar daha da geliştirmek için harıl harıl çalışmaktaydılar. Çabaları özellikle iki yön izlemekteydi: En kısa zamanda masrafları karşılayacak azami hızı ulaşımda sağlamak; bir de Morse alfabesini bir yana bırakıp mesajları normal yazıyla alabilmek...

Birincisini duplex (çift taraflı haberleşme) tekniğiyle yani her iki yönden birden mesaj göndermek yoluyla sağladılar. Bu güzel icat iki kişinin eseri oldu: Wheatstone (1852) ve Amerikalı Stearns (1868). Ünlü Thomas Edison da bunu 1871'de guadruplex sistem haline soktu.

İkinci sorun için ilk çözüm bulan İngiliz Davit Hughes (1831-1900) oldu.1855'te alfabenin harflerine karşılık olan bir klavye teklif etti. Ama yine de en köklü çözüm yolunu basit bir telgraf teknisyeni olan Fransız Emile Baudot (1845-1903) gösterdi. 1874'te karma bir yol Hughes ile şirketinin kullandığı Morse makinelerinin birleştirilmesini teklif etti. Ve bunu gerçekleştirmeyi başardı. Böylece yazılı bir telgraf meydana getirmekle kalmadı, birkaç mesajı (5-6 taneyi) birden gönderme imkânını da sağlamış oldu.

Açıkgöz bir adam olan Baudot, icadının beratını almaya ve makinesini P.T.T.'ye kabul ettirmeyi başardı. Bunun kendisine paraca bir tatmin sağladığı söylenemezse de adının Morse'unki gibi gelecek kuşaklara bir cins isim olarak kaldığını görmek kıvancına erişti.

Telefon Baudot'nun ilk denenmesi sırasında icat edildi.

Bu icadın da uzun bir geçmişi olmuştur. İlkini, sicimi: telefonu (Hooke) bir yana bırakalım; 1782'de sesleri 800 m. uzağa ***ürmeyi deneyen Papaz Dom Gauthey'i de anıp geçtikten sonra, bu alanda ciddi ilk çalışmayı yapmış olan Amerikalı Charles Page'a (1812-1873) gelelim. Page yumuşak demir parçacıklarını hızla mıknatıslamak ve mıknatıslığını gidermek yoluyla sesleri almayı başarmıştı. Meslektaşı Cenevreli fizikçi Auguste de la Rive (1801-1873) bunu geliştirdi ve işi, telefonun gerçek ön-icatçısı olarak sayacağımız Alman fizikçi Philipp Reiss (1801-1873) ele aldı .

Reiss makinesi sesin titrediği bir zardı ve bu titremeler elektrik devresini kapatmaktaydı.

Reiss, uluslararası üne sahip bir bilgin değildi. Öyle ki, çalışmaları kendini aynı çalışmalara vermiş olan Amerikalı profesörün kulağına rastlantıyla çalındı. Bu bir diksiyon profesörünün oğlu olup 3 Mart 1847'de Edinburg'da doğan Graham Bell idi. Kendisi de babası gibi fonetikle konuşma mekanizması ve sağır dilsizlerle ilgilenmişti. Bu alandaki incelemeleri sırasında Holmholtz'un "İşitme Duyusu Açısından Müziğin Fizyolojik Teorisi" (1863) adlı eserinden, elektromıknatısın etkilediği bir diyapazon aracılığıyla nasıl sesler elde edilebileceği hakkında fikir edinmiş ve elektrik konusunda incelemeler yapmaya başlamıştı.

1872'de A.B.D.'ye göç eden ve Boston Üniversitesine ses fizyolojisi profesörü olarak atanan Bell, sağırlarla ilgili projelerini bir yana atmış değildi; hatta bir sağır kadınla evlenmişti. O kadar ki, 1875'te bir telgraf maniplesi aracılığıyla bir diyapazonu onlar için titreştirmişti. Günün birinde diyapazonun yerine mıknatıslı maden parçaları kullandı ve bunlardan birinin kuru bir ses çıkararak elektromıknatısa gidip yapıştığını gözlemledi. Ani bir esinlemeyle irkildi. Maden parçacıklarının yerine bir zar yerleştirdi ve zarı titreşimlerine göre direnci değişen bir elektrik devresine bağladı. Sonra telin öbür ucunda çalışmakta olan asistanına seslendi: "Bay Watson, gelin! size ihtiyacım var." Watson şaşkın ve ürkek bir tavırla koşup geldi: Patronunun sesini telefondan duymuştu.

Bu olay 10 Mart 1876'da olmuştu. O zamanlar ilim adamları bu icadı Amerika'nın en olağanüstü buluşu olarak nitelemekteydiler, ama o haliyle çok olduğu da bir gerçekti. Bir elektrik jeneratörüyle çalışmıyordu. Elektrik akımını yaratan, vericideki manyetik alanın değişimleriydi ve bu telden geçerek alıcıdaki elektromıknatısı harekete getiriyordu. Bu durumda 10-12 metreyi aşamazdı. Aygıtı ilk geliştiren Edison oldu (1876). Vericiye bir pil bağlayarak gücünü artırdı. 1878' de Hugnes mikrofon'u icat etti ve böylece zarların titreşimleri sonucu elde edilen sesleri büyük oranda yükseltmek mümkün oldu.

Böylesine olağanüstü bir buluş, sözgelişi, New York'ta iken Boston'daki arkadaşının sesini duymak görülmemiş bir heyecan yarattı; olaylara, kıskançlıklara, kinlere ve davalara konu oldu. ilk davayı açan Amerikalı değerli teknisyen Elisha Gray (1835-1901) idi. içine kapanık bir araştırmacı olan Gray telefonu Graham Bell'le aynı zamanda bulmuş, ama ne yazık ki beratını ondan iki saat sonra istemişti. Bu 120 dakikalık gecikme mahkemelerin, haklarını reddetmesi için yetti. Graham Bell'in, icadını telgraf şirketi Western Union'a teklif edip (1877) reddedilmesinden sonra kurulan Bell Telephone Şirketi aleyhine; sözde başka mucitler, geliştiriciler ve rakipler tarafından bir yığın davalar açılmaya başlanmış, bir yandan da berat meseleleri çevresinde tatsız didişmeler ve açgözlü çekişmeler almış yürümüştü.

Bütün davalar art arda gerçek mucidin lehine sona ermekteydi. Telefon da bir yandan durmadan yayılmakta, teller şehirlerden şehirlere uzanmaktaydı. 1880 yılında Amerika'nın 35 eyaleti telefon santralına kavuşmuş ve 70.000 abone kaydetmişti. Bell 4 Ağustos 1922'de Halifax'da öldüğünde A.B.D. ve Kanada'daki 17 milyon abonelik şebekede ulaşım bir dakika durduruldu.

1876'da telefonun icadı bunca hayranlık dolu bir şaşkınlık yarattıktan sonra fonografın etkisi ne oldu, bir gözünüzün önüne getirin. Oysa bu konu da ani olarak patlak vermemiş, çalışmalar az çok kulaktan kulağa duyulmuştu. Bilim adamları uzunca bir süreden beri uğraşmaktaydılar; hatta 1857'de yarı yola varmışlardı bile. O yıl mütevazı bir basın musahhihi olan Fransız Edouard-Leon Scott (1817-1879), gerçek bir kaydedici fonograf imal etti. Bu, altında bir silindirin döndüğü madeni bir sivri uç ve buna bağlı bir zardan oluşmuştu. Bu zarın önünde konuşulunca ya da şarkı söylenince sesler sivri madeni uç aracılığıyla silindirin üzerinde titreşimli izlet bırakıyordu.

Bu kaydetmenin tersinin olabileceği yani sivri ucu bu izlerden bir daha geçirmek yoluyla söz ya da müziği yeniden meydana getirmek bambaşka bir alandı elbet. Ve kolay kolay kimsenin aklına gelecek şey de değildi. Bunu ilk düşünen Charles Cros (1842-1888) adında bir Fransız oldu. Cros şair, mizahçı, hem de bilim adamıydı. Bir yandan şiirler yazıyor, bir yandan da teorik olarak renkli fotoğraf, gezegenlerarası ulaşım ve fonograf tasarlıyordu. Tasarıları gerçekleşti ve 1877'de Bilimler Akademisine, "paleophone" adını verdiği gerçekte bir fonograf olan bir aletin planını sundu.

Edison'un bu çalışmadan haberi oldu mu? Yoksa yalnızca bir rastlantı sonucu olarak mı bilmiyoruz; tıpatıp aynı ilkelere dayanan makinesi için berat istedi. Edison'u bu makinenin önünde çocukça bir şarkı olan "Mary had a little lamb -Mary'nin minik bir kuzusu var" şarkısını söylerken görenler, makinenin az sonra hımhım bir sesle bunu tekrarladığını duydular.

1878'in fonografı bir oyuncaktı, ama inanılmaz bir gelişme gösterdi ve günümüzün elektrofon ve mikrosiyon plaklarına bir yığın yeni buluş ve icatlara yol açtı...

Otomobilin icadı

Bu konuda ilk söylenmesi gereken,otomobilin icadının başka icatlara benzemediğidir. Bu farklılık, belirli bir kimsenin çıkıp da "otomobili tek başıma ben icat ettim" diyemeyeceğinden doğmaktadır. Otomobilin başlangıcından bugünkü mükemmel,gelişmiş durumuna ulaşabilmesi, değişik kişilerin fikirleri ve aşamalarla gerçekleşmiştir.

Başlangıç olarak, 1769 yılında Nicholas Cugnot adındaki soylu bir Fransız'ın çalışmalarını esas alabiliriz. Bir makineyle kendiliğinden çalışan (yani insan gücünün uygulanmasına gerek göstermeyen) ilk kara taşıt aracı,söz konusu kimse tarafından tasarlanmıştı. Cugnot,tasarısını üç tekerlekli ,çok büyük bir buhar kazanından sağlanan güçle çalışan buhar makineli bir araba şeklinde gerçekleştirdi. Bu vasıta saatte yaklaşık olarak 4. 5 kilometre yol alabiliyordu. Her 20 kilometrede bir kazanın doldurulması gerekiyordu.

1789 yılında, Oliver Evans adında bir Amerikalı, kendiliğinden hareketli ilk taşıt aracı için ilk Birleşik Amerika patentini aldı. Bu araç dört tekerlekliydi. Arka tarafındaki pedallı tekerlekler, hem karada hem de suda hareket edebilmesini sağlıyordu. Ağırlığı ise 21 tondu.

Bunu izleyen 80 yıl boyunca, başka mucitler de aynı doğrultudaki çalışmalarını sürdürdüler. Gerçekleştirilen tasarıların çoğu buharlıydı. Ayrıca birkaç tane de elektrikle çalışan model yapılmıştı. Bunlarda büyük akümülatörler vardı.

Daha sonra, 1880 yılında, otomobilin bugünkü halini almasında esas olan iki icat ortaya kondu. Söz konusu icatlardan biri içten patlamalı motordu. Öteki icat ise pnömatik, ya da havayla dolu tekerlekti.

Benzinle çalışan ilk otomobil,1887 yılında Gottlieb Daimler adındaki bir Alman tarafından yola sürüldü. Birleşik Amerika'da, Frank ve Charles Duryea adında iki kardeş 1892 ve 1893 yıllarında benzinle çalışan Amerikan otomobillerini yaptılar. İki kardeşin yaptıkları otomobiller "atsız araba" diye isimlendirilmişti. Gerçekte, bunları izleyen bütün ilk dönem Amerikan otomobilleri hemen hemen birbirinin benzeriydi. Kimse tamamen farklı bir modelde otomobil tasarlamak gereğini duymamıştı. Bütün yaptıkları, değişik zaman aralarıyla bir transmisyon kayışı eklemek veya arka tekerleklere hareket sağlayıcı zincir düzeni uygulamaktı. Ancak sağlamlık ve rahatlıklarına da dikkat gösterilmesi sonucu, otomobiller daha güvenilir taşıt aracı olmak, daha iyi yol yapabilmek niteliklerini kazandılar.

Çok geçmeden, bir zamanların "atsız arabaları"nın zayıf, dayanıksız yapılarının otomobiller için uygun düşmediği anlaşıldı. Yavaş yavaş, bugün bildiğimiz otomobil modellerine yaklaşan örnekler görülmeğe başladı. Motor oturacak yerin altından ön tarafa alındı. Dayanıklı, sağlam lastik tekerlekler gerçekleştirildi. En sonunda, daha kuvvetli iskelet yapı için, çelik kullanıldı. Böylece,bir zamanların büyük rüyası-modern-otomobil bir gerçek oldu

Televizyonu Kim Buldu Televizyonun icadı Tarihi

Televizyonun Tanımı :Türk Dil Kurumuna göre, Vericiden iletilen dalgaların görüntü ve ses olarak görünmesini ve duyulmasını sağlayan aygıta Televizyon denir. Hareketli görüntüleri elektromanyetik dalgalara dönüştürerek uzaklara ileten ve bu dalgalardan, yeniden görüntü elde eden bir sistemdir( tele + vizyon = uzaktan görme). Televizyonda seyrettiğimiz görüntüler, aslında sürekli değildir.Sinema filmlerinde olduğu gibi, gözün önünden hızla, art arda geçen resimler , sürekli bir hareket hissi doğurur. Televizyon ekranında 1saniyede gelen resim sayısı 20-30 kadardır.Gördüğümüz her şey, beynimizde kısa bir süre iz bıraktığı için, bu resimleri tek, tek seçemeyiz. , TV yayını renkli ve renksiz olarak iki türlüdür. Renksiz TV monokromatik (tek renkli) olarak adlandırılır ve beyaz, gri ve siyah renklerden istifade eder.Renkli televizyon ise özel filitre dikromatik ışık teknikleri ve floresat Maddelerden istifade ile kırmızı, yeşil, mavi renkleri kullanır.

NASIL ÇALIŞIR?:Televizyonun temel prensibi ışık enerjisinin Elektrik enerjisine çevrildikten sonra yayınlanması ve alınan elektromanyetik sinyallerin tekrar ışık enerjisine çevrilmesidir.Işık enerjisi elektrik enerjisine çevrilmesi fikri 1873 senesinde Selenyum üzerine ışık düşürüldüğünde elektrik direncinin değiştiğinin keşfedilmesi ile başlamıştır.

Bu prensibe göre selenyum üzerine parlak ışık düşerse; sinyal kuvvetli , soluk ışık düşerse sinyal zayıf olacaktır. Genliği değişen bu sinyal Radyo dalgaları gibi yayınlanıp alıcıda ters işlem yapılınca ekranda görüntü teşekkül eder.TV bu bakımdan “uzaktan görme” manasına gelir. TV bir noktadaki ışık şiddeti radyo dalgalarına dönüştürme,sonra bu dalgalardan,eş şiddette bir ışıklı nokta elde etme esasına dayanır.Nakledilecek görüntü, yüz binlerce kareye bölündükten sonra,her bir kare,homojen şeklinde aydınlanmış noktalar gibi kabul edilip,bu noktalardaki ışık şiddeti TV verici sisteminde radyo dalgalarına, dalgalarda TV alıcılarına da yeniden ışığa dönüştürü.

Görüntüdeki kareler çok hızlı tarandığı için, alıcı ekranlarında tek ,tek ışıklı noktalar değil, değişik aydınlıkta karelerin meydana getirdiği resimler gözlenir.

Renkli televizyon,bütün renkleri yeşil, mavi ve kırmızının değişik oranlarda karıştırılması ile elde edilebileceği gerçeğine dayanır.Nakledilecek görüntü, yeşile, maviye ve kırmızıya duyarlı olan üç ayrı Kamera tarafından aynı anda taranır.Elde edilen üç ayrı elektromanyetik dalga, alıcı sistemin ekranında, biri yeşil biri mavi ve biri kırmızı olan üç görüntüyü üst, üste düşürür ve bu renklerin karışmasından, tabii renklenmeler yeniden elde edilir.

Televizyon yayınlarında ses ve görüntülerin nakli için, frekansı 5x10 : 9x10 Hertz (50 –900 mega say kıl) aralığına düşen elektromanyetik dalgalar kullanılır.Her televizyon istasyonu,6 mega saykıllık bir frekans aralığında hem ses, hem görüntü gerçekleştirilebilir. Bu 6 mega hertz’lik frekans aralıklarına “kanal” denir. Genel olarak ses yayınlarını taşıyan dalgaların frekanslarını, görüntü taşıyan dalgalarınkinden daha yüksektir.

Bir televizyon yayın sisteminde, beş önemli unsur bulunur:
1.Yayınlayacak sahneyi görüntüleyen kamera.

2. Görüntüdeki ışık sinyalleri dönüştüren bir transduser.

3. Bu elektrik sinyallerinden radyo dalgaları üreterek Anten atmosfere yayınlayan verici (transmitter)

4. Atmosfer yayınlanan görüntü taşıyınca tromanyetik dalgaları alıp yükselttikten sonra elektik sinyallerine dönüştürerek (alıcı Anten, amlifikatör ve birinci dedektif)

5.Elektrik sinyalleri ışığa dönüştürerek, ekran üzerinde görünür resim veren transduser .

TARİHÇESİ: Televizyonun teorik temelleri, daha xıx. Yüzyıl sonlarında biliniyordu.Fakat sistemin kullandığı binlerce Elektronik devre elemanlarının geliştirilmesi için, 1920’lerin sonlarına kadar beklemek gerekmiştir.bu alanda, ingiliz John Logie Baird ve A.B.D.’ye kaçan Sovyet asıllı bilgin Vladimir Kozma Zworkyne’in önemli keşifleri olmuş, 1928 yılında, Canlı televizyon yayını gerçekleşmiştir. Yurdumuzda TRT’nin televizyon yayınları 1968’de başlamıştır. Halen, 4 milyona yakın televizyon alıcısı ile bu yayınlar takip edilmektedir.

GÜNÜMÜZDEKİ MODELLER VE YENİ GELİŞMELER
Tasarrufa Duyarlı Plasma:
Hem bilgisayar ekranı hem de TV olarak kullanılabilen Panasonic Plasma Display TH-42PWD 3U, köşeden köşeye 106 cm’lik bir ekran büyüklüğüne sahip. Enerji tasarrufu yapan ve gürültü kirliliğine karşı duyarlı olarak üretilen Plasma TH-42PWD3U’un içerisinde gürültüden kaçınmak için fan kullanılmamış ve 295 watt elektrik tüketiyor.

Geride bıraktığımız yıla ait kablolu yayın izni ücretini ödemeyen yaklaşık 50 TV kuruluşu yayınlarının durdurulması tehlikesiyle kaşı karşıya geldi.(Zaman Gazetesi 3 Ocak 2002)

İnternet ve televizyon ilk defa Web TV ile bir araya getiren Steve Perlman ,teknoloji dünyasından heyecan oluşturacak bir cihaz geliştirdi.Jurnal. net’teki habere göre . evdeki herhangi bir odadan tek bir kutu ile bir müzik, televizyon , video ve DVD gibi diğer eğlence sistemlerini çalıştırmalarını sağlayan cihaz tanıtımı büyük ilgi gördü. Moxi Media Center adı verilen cihaz, VCR ya da kablolu kutuya benzeyen bir set üstü kutu.Televizyona bağlana bilen bu kutu ,kablo ya da uydu sinyallerini çözebiliyor. Ürünü ortaya çıkaran Perlman’a göre Moxi , ayrı , ayrı DVD player , CD player, video recorder ve Dijital müzik sistemi (ve bunların kumandaları)ihtiyacını ortadan kaldırıyor ayrıca 80 GB sabit diski bulunan yeni cihaz , yüzlerce CD’yi de depolayabiliyor.Modem ,Fire Wire bağlantı portu ve bir tür açık kodlu Linux işletim sistemi bulunan cihaz interaktif Tv ,e-posta ,anında mesajlaşmayıda destekliyor.

Perlman,uydu TV sağlayıcısı EchoStar ile ortalık anlaşmada imzalamış bu anlaşma sayesinde Moxi set üstü kutuların ABD’de 2003 yılında piyasada olması bekleniyor.Benzer set üstü kutuların birbiri ardından çıktığına dikkat çeken endüstri uzmanları ilk defa önemli bir içerik sağlayıcının böyle bir girişime destek verdiğini vurguluyor.

“DİJİTAL DEVRELER, DAHA KULLANIŞLI”
Erciyes Üniversitesi’ndeki “Dijital TV Yayınları” konulu konferansında konuşan, Prof. Dr. Avni Morgül, dijital yayınların analog yayınlardan daha ucuz olduğunu söyledi.Ayrıca dijital devrelerin bilgisayar ve televizyon tek bir cihazda birleştirilmesine de sağladığı dile getirilir.

TELEVİZYON İZLEMENİN KURALLARI
Televizyon izlerken daha çabuk ve kolay öğreniriz.

Gezip görmediğimiz yerleri televizyon sayesinde öğreniriz.

Yarışma programları izleyerek biz de bilgilerimizi yoklayabiliriz

Televizyon, yararlı bir kitle iletişim aracıdır.

Televizyon insanlara hizmet etmelidir.Onları tutsak etmemelidir.

Bir çocuk, Televizyonu uzun süre izlerse zamanla gözleri bozulabilir. Çünkü; televizyon çalışırken zararlı ışınlar göndermektedir.

Uzun süre televizyon izleyen ve program seçmeyen çocuklar için televizyon izlemek zararlıdır.

Televizyon izlemeden önce hangi programlar bize göre ise onları anne ve babamıza danışarak seçmeliyiz.

Televizyonu Kim Buldu - Televizyonun Tarihi - icat - icadı
Televizyon 1923 yılında, İskoçyalı Mühendis John Logie Baird tarafından İngiltere'nin Hastings kasabasında icat edilmiştir. İlk televizyon görüntüsü ise yine Baird tarafından 1926 yılında yayınlanmıştır. Başlangıçta noktalar halinde ve titrek olan görüntülerin kalitesi Baird tarafından geliştirilmiştir. Baird'in televizyon sisteminde Mekanik olarak döndürülen diskler kullanmasına karşın aynı dönemde Marconi - Emi sistemi gibi elektronik olarak işleyen rakip sistemler de bulunmaktayd


BUNLARI BİLİYOR MUYDUNUZ?
İlk sesli filmler 1928 yılında çevrildi.

İlk televizyon yayınları 1940 yılında ABD’de yapıldı.

İlk üç yaşta televizyon karşısına bırakılan çocuklara “otistik” özelliklerinin geliştiğini biliyor musunuz?

Televizyonun ömrümüze maliyetini hesapladınız mı?

Günde kaça saatiniz televizyon başında geçiyor?

Ortalama belki de iyimser bir hesapla 3 Saat diyelim.İlk başta hiç ürkütücü gelmiyor.Ancak Günler damlaya damlaya hafta olur, ay olur,yıl olur , sonunda bir ömür olur biter.Eğer televizyonun Günde 3saatten bir yılda yiyip bitirdiği zamanı hesaplarsak, 1095 saat eder.Bu gecesiyle gündüzüyle 45 Gün demektir, televizyonun başında geçen 45 gün ve 45 gece eder.

Şimdi ikinci soru:Televizyon canavarının pençesinde can veren bu 1095 saat bize neler kazandırabilir?

Bu rakam bir öğrencinin bütün bir öğretin yılı boyunca ders gördüğü saatlerden daha da büyük bir yekündur.Demek ki, en azından kayıp bir öğretim yılı var, orta yerde .

1095 saat içerisinde bir yabancı dili iyi seviyede öğrenmek mümkündür.Bu demektir ki, televizyon her yıl bize bir yabancı dil kaybettiriyor.

Kitap okumayı tercih ederseniz, ağır bir okunuşla 25 bin sayfalık kitabı bu müddet içinde bitirmemiz mümkündür.

Bilgisayarı Kim Buldu Tarihi Tarihçesi icadı

İnsanlığın ilk günlerinden beri hesap yapmaya her zaman ihtiyaç duyulmuştur. İlk insanlarda hesaplama; varlıkları başka bir grubun elemanlarıyla eşleştirme yapılarak yapılmıştır. ÖR: Bir sürüdeki koyunları çakıl taşları temsil ediyordu ve bu taşlar bir torbada saklanıyordu. Bir koyun eksilirse bu çakıl taşlardan taş çıkarılıyordu, ya da taş ekleniyordu.

İnsanların hesaplama yöntemi ilk kez abaküsle düzenlenmiştir. Böylece, Pozisyona bağlı sayı gösterimine başlandı.

İşlemler sembolik gösterimlerle ifade edildikten sonra Papirüs denen Kağıtlar ve hayvan derileri depolama aracı olmuştur.

Başta Taşkentli alim Muhammed İbni Musa el Harezmi olmak üzere bazı isimler bilgisayar ve parçalarını bir araya getirmiştir. Günümüzdeki adını El Harezmiden almıştır.

Algoritma bilgisayar programının alt adımlarının gösterimidir.

1642’de Blaise Pascal eldeki toplama yapan oyuklu makine geliştirdi. 1673’de Gattfried Leibniz çarpma yapan makine geliştirdi.

1801’de Jasoph - Marie Tacguard otomatik dokuma tezgahı icat etti. Bu makine, insan yerine makine kullanımına geçtiği için Fransa’da isyana neden oldu.

1802 yılında Charles Bobboge çalışmaları yetersiz buldu ve Fark Makinesini icat etti. Bu makine için İngiliz Hükümetinden yardım istediği için tarihe geçti.

1833’te ise Bobbege Analitik makineyi icat etti. Bu yüzden Babbage’a “Bilgisayarın Babası” dendi.

1925’te Vannevar Bush integral ve diferansiyel alabilen bir Analiz makinesi icat etti. 1930’da nihayet dünyanın en büyük hesaplama aygıtı yapıldı. 1935’te Alman Konrad Zuse elektrikli ikili tabanda işlem yapan Z-1 adlı bilgisayarı geliştirdi. 1938’de Z2 tasarlandı. Konrod 2. Dünya savaşından sonra Zürih üniversitesinde Z-4 adlı bilgisayarı geliştirdi.

2. Dünya Savaşı boyunca uçaksAvarlar için bilgisayara ihtiyaç duyuldu.

İlk geniş ölçekli otomatik, elektromekanik bilgisayar Howard Aiku ve Messrs tarafından 1944’te gerçekleştirilen MARK I’dır.

1943’te başlanan ENIAL bilgisayarı değişik üniteleri bağlayan, programlanabilen, paralel hesaplama yapan dev bilgisayardır.

1947’de Transistör icat edildi.

Transistör bilgisayara güvenilirlik ve hız getirdiğinden bir devrim oldu.

1960’da Gene amdahl kesirli sayılarda işlem yapan, ilk TİCARİ BİLGİSAYARI yaptı.

1957’ye kadar bilgisayarda bellekler kısaydı. 1957’de RAMAL hard diske sahip ilk bilgisayarı üretti.

1958’de Elektronik dönem tam anlamıyla başladı.

Uzun yıllar süren çalışmalardan sonra General Electric Firması, bankacılık işlemlerini son derce kolaylaştıran 32 ERMA adlı bilgisayarı geliştirdi. İlk defa bir bankacılık otomasyonu gerçekleşmişti. Bu olay, daha sonra bankamatikler ve elektronik kişisel bankacılık gibi modern teknolojiler için ilk adım niteliğindeydi.

Ticaret ve işletme sektörlerinin ihtiyacı olan programların yazılması için FORTRAN gibi matematiksel amaçlı geliştirilmiş bir dilin kullanılamayacağı, bunun yerine doğal dile yakın komut ifadeleri olan programlama dillerinin daha kullanışlı olacağı düşüncesiyle 1952 yılından itibaren çalışan Grace Murray Hopper 1960 yılında iş hayatı için gerekli programların yazımı için kullanılabilecek FLOWMATIC adlı programlama dilini üretti. Aynı yıl IBM firması da COMMERCIAL TRANSLATOR (Ticari Çevirmen) adlı bir programlama dilini satışa sundu.

1950’li yıllarda bilgisayarlar için yazılan işletim sistemleri programların hızlı bir biçimde sonlanmasını temel ilke olarak alıyor, kullanıcı için hiçbir kolaylık öngörmüyordu. 1961 yılında ilk interaktif (etkileşimli) işletim sistemi olan CTSS (Compatible Time Sharing System), Fernando Corbato tarafından IBM 7090/94 serisi bilgisayarlar için geliştirildi. Bu işletim sistemi, Stibitz’in geliştirdiği uzaktan kumandalı silahlar sayılmazsa, uzaktan erişimi sağlayan ilk bilgisayarların piyasada boy göstermesini sağlamış oldu.

IBM, 1964 yılında ilk geniş ölçekli ve gerçek zamanlı rezervasyon sistemini, Amerikan Havayolları için gerçekleştirdi. Aynı yılın 7 Nisan’ında yine IBM, bilgisayar alanında yeni bir dönemin başlamasını sağlayan, IBM uyumlu bilgisayar Ailesinin ilk ferdi olan System/360 adlı makineyi piyasaya sundu. Aynı yıl içinde BASIC programlama dili, John Kemeny ve Tom Kurtz tarafından geliştirildi.

Pek çok firma daha büyük ve daha hızlı bilgisayarlar üretmeye çalışırken, Digital Equipment Şirketi, ilk gerçek minibilgisayar olan PDP-8 adlı bilgisayarı geliştirdi. PDP-8’in küçük bir komut seti, ilkel bir mikroprogramlama dili ve harika bir arayüz yeteneği vardı. Bu yüzden, bu bilgisayarlar, Telefon hatlarını kullanarak proses kontrol yapabilen çok kullanıcılı sistemler olarak kullanılmıştır. Aynı yıl içinde MIT ile AT&T Bell Laboratuvarları’nın ortak çalışması sonucu, genel amaçlı, ortak bellekli ve çok kullanıcılı bilgisayarlar olan GE 600 seris ilk makine üretilmiştir.

Fairchild Firması’nın 1961 yılında ilk silikon tabanlı entegre devreleri piyasaya sunmasından yaklaşık 7 yıl sonra, 1967 yılında o teknoloji kullanılarak üretilen üçüncü kuşak bilgisayarlar ortaya çıkmaya başladı.

1969 yılında, internete atalık yapacak olan Arpa net çalışmalarına askeri haber alma amacıyla başlandı. Aynı yıl içinde Rıtchie ve Thompson, günümüzün vazgeçilmez işletim sistemlerinden UNIX üzerine çalışmaya başladı.

1971 yılında ortaya çıkan iki önemli ürün, kişisel bilgisayar döneminin başlamasına öncülük etti. Bu ürünler, ticari olarak piyasaya sürülen mikroişlemciler ile floppy disketlerdi. Intel Firmasının hesap makinelerinde kullanılmak üzere Japon Busicom Firması için ürettiği 4004 mikroişlemcisi ve IBM mühendislerinden alan Shugart’ın ürettiği 8 inch floppy disket kişisel bilgisayar çağının başlamasına neden olan gelişmeler olmuştur.

1972 yılında ilk kişisel bilgisayar olan MITS 816 üretilmiştir. Bu bilgisayarın ne ekranı, ne klavyesi vardı. Fakat meraklı amatörler için son derece ilgi çekiciydi. Aynı yıl içinde, NASA bilgisayar kontrolü ilk uzay uçusu gerçekleştirdi.

1974 yılında Intel, trafik ışıklarının kontrolü için 8080 mikroişlemcisini üretti. Bu işlemci daha sonra Altair adlı bilgisayarda kullanıldı. Intel’e rakip olarak ortaya çıkan Zilog firması Z80 mikroişlemcisini üretti. Gary Kildall, bilgisayar mimarisinden bağımsız olarak her platformda çalışabilen CP/M adlı işletim sistemini yazdı. Aynı yıl içinde, ilk ATM (bankamatik)’ler kullanılmaya başlandı.



1975 yılında 375 dolara satılan, klavyesiz ve ekransız ALtair 8800 adlı bilgisayar üretildi. Microsoft firmasının kurucusu Bill Gates ile Paul Allen, bu bilgisayar için bir BASIC derleyicisi yazdılar. Bu yıl içinde, IBM firması 5100 adlı ilk kişisel bilgisayarını üretti. Seymour Cray, Cray I adını verdiği ve bugün de hala vazgeçilmez süperbilgisayarlar olan Cray’lerin ilkini tasarladı.

1976 yılında, ekran ve klavyeye sahip bilgisayar olan Apple II adlı bilgisayar, Steve Jobs ve Steve Wozniak tarafından üretildi. Apple II, kıa sürede ortaokullara ve liselere girdi ve ilk “bilgisayar” derslerinde kullanılmaya başlandı.

1978 yılında, Daniel Bricklin ve Bob Fransston tarafından yazılan Visicale, günümüzde kullandığımız Excel gibi gelişmiş yazılımlara öncülük yapacak tablolama programı olarak ortaya çıktı. 1979 yılında is eMicropro International Firması ilk kelime işlem programı olan Wordstar’ı piyasaya sürdü.

1981 yılında, Microsoft firmasıyla anlaşan IBM önceki makinelerinde kullandığı işletim sistemi olan CP/M’in yerine DOS işletim sistemini yazdırarak, bu yeni işletim sistemi kullanan IBM PC’yi üretti. Aynı yıl Commodore firması VIC-20’yi üreterek, 1 milyon adet satmayı başardı.

1982 yılından itibarin bilgisayarlar film sektöründe kullanılmaya başlandı. Disney Stüdyoları’nda yapımı gerçekleştirilen Tron adlı filmin tüm karakterleri bilgisayar tarafından canlandırılmış ve özel efektler bilgisayar aracılığıyla üretilmişti.

1983 yılında Mitch Kapor, Lotus 1-2-3 adlı tablolama programını yazarak Visicalc’in elinden liderliği aldı. 1978 yılında, Amerikan Savunma Bakanlığı’nın çalışmalarına başladığı “modern” yüksek seviyeli bir programlama dili geliştirme çalışmaları bu yıl içinde tamamlandı. Bu yeni dile “ADA” ismi verildi.

1986 yılında, Intel Firması 1980’de ürettiği 80806 işlemciler ve 1994 yılında ürettiği Pentium işlemciler arasında bir geçiş olarak nitelendirebileceğimiz 80386 mikroişlemcisini üretti. Aynı yıl içinde süperbilgisayarlarda da çok önemli gelişmeler yaşandı. CRAY X-MP adlı 4 paralel mikroişlemcili bilgisayar saniyede 713 milyon kesirli sayı işlemi yapabiliyordu. İlk süper bilgisayar olan IBM STRETCH ise saniyede 5 bin kesirli sayı işlemi yapıyordu.

1990’lı yıllara geldiğimizde ise, 10 yıl öncesinin süper bilgisayarlarında kullanılan mikroişlemcilerin gücüne sahip işlemcilerin kişisel bilgisayarlarda kullanılmaya başlandığını görüyoruz. Yaygın olarak genellikle Intel’in Pentium serisi mikroişlemcilerini içeren bu bilgisayarlar ile yüksek hız gerektiren grafik programları, gelişmiş görsel programlar ve ses ile görüntü ağırlıklı çokluortam (multimedya) programları oldukça iyi performanslarla çalıştırılabilmektedir. Yaptıkları işleme göre fiyatları oldukça tatminkar olan bu bilgisayarlar, hemen her
alanda kullanılmaktaydı.

Adım adım hayatamızın her bölümünü saran teknoloji ve teknolojik aletler gerek ev gerek iş gerekse bilim alanında vazgeçilmez bir öge haline gelmiştir.İş potansiyelini artırarak verimliliği çoğaltan bilgisayarın artık günümüzde cebe girenleri bile çıkmıştır.Önceden bir oda kadar olan bilgisayarlar şimdi ise daha pratik hale gelerek herkese daha fazla verim sağlamıştır.